ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

13 Nisan 2012 Cuma

DRAHOMA - Guy de MAUPASSANT

Avukat Simon Lebrument ile matmazel Jeanne Cordier'in evliliği kimse için sürpriz olmadı. Avukat Lebrument, avukat Papillon'un iş yerini satın almıştı ve paraya ihtiyacı vardı, matmazelin de çeyiz parası yani drahoma olarak üç yüz bin Fransız frankı ve hamiline yazılı çeki vardı.
Avukat Lebrument yakışıklı bir adamdı. Biraz kasabavari de olsa tarz sahibi bir adamdı- tarz sahibi olmak da Boutigny Le Rebours'da nadir bir şeydi.

Matmazel ise zarif, taze bir güzelliği olan, biraz saftirik ama yine de güzel ve arzu edilen bir kızdı.
Düğün merasimi tüm Boutginy Rebours'ı altüst etti. Herkes birkaç günlük kısa Paris tatilinden sonra, saadet yuvalarına dönen genç çifte gıpta etti.
Bu başbaşa görüşme iyi geçmiş, Avukat Rebours tam gereken hoş tavırları göstermişti. " sabreden derviş muradına ermiş" sözünün karşılığını almıştı. Aynı anda hem sabırlı hem de enerjik olmayı biliyordu. Başarısı hızlı ve tamdı.
Dört gün sonunda Madame Rebours kocasına hayran kalmıştı. Onsuz yapamıyordu. Adamın kucağına oturup, kulaklarını tutarak " gözlerini kapa, ağzını aç" diyordu. Adam gözlerini hafifçe kapatıp, ağzını açınca da karısı dişlerinin arasına lezzetli bir şeyler tıkıştırırken o da kadının parmaklarını ısırmaya çalışıyordu, sonra kadın adamın tüm vücudunu ürperten uzun, tatlı bir öpücük konduruyor ve karşılık olarak adam da karısını sabahtan akşama, akşamdan sabaha okşuyordu.
İlk hafta bittikten sonra adam genç eşine sordu:
"İstersen gelecek Salı Paris'e gidelim, genç aşıklar gibi lokantalara, tiyatrolara, konserlere her yere gideriz"
Kadın dans etmeye dünden hazırdı.
"Ah evet evet bir an önce gidelim"
Adam devam etti:
" ve sonra hiçbir şeyi unutmamamız gerekiyor, babana drahomanı hazır etmesini söyle, bu yolculukta Avukat Papillon'un parasını ödeyeceğim."
Kadın yanıtladı:
"tamam yarın sabah ona söylerim"
Sonra adam geçen hafta eşinin hoşlandığı tatlı aşk oyunlarını tazelemek üzere karısını bir kez daha kollarına aldı.
Ertesi salı kayınpeder ve kayınvalide başkentten ayrılacak olan kızları ve damatlarıyla birlikte istasyona gittiler.
Kayınpederi dedi ki:
"bu kadar büyük parayı çantada taşımanız hiç uygun değil" deyince genç avukat gülümsedi.
"merak etmeyin, bu tür şeylere alışkınım, mesleğim gereği bazen yanımda bir milyon bile taşıdım, böylece bir sürü bürokrasi ve gecikmeden kurtulduk. Endişe etmeyin"
Kondöktör
"Paris yolcuları trene" diye bağırıyordu.
İki yaşlı hanımın olduğu bir kompartmana oturdular.
Lebrument karısının kulağına şöyle fısıldadı:
"Ne fena! Sigara içemeyeceğim"
Kadın alçak sesle cevapladı.
"Benim de canım sıkıldı ama sebebi sigara değil"
Düdük çaldı ve tren hareket etti. Yolculuk bir saat kadar sürdü, iki yaşlı hanım uyumadıkları için karı koca birbirleriyle pek konuşmadılar.
Saint-Lazare istasyonuna gelirken Avukat Lebrument eşine
"Hayatım önce Bulvara gidip, bir şeyler yiyelim, sonra dönüp, bavulumuzu alıp otele gideriz"
Kadın hemen razı oldu.
"Ah evet, lokantada yiyelim, uzak mı?"
"evet oldukça uzakta ama atlı otobüse bineceğiz"
Kadın şaşırdı.
"niye bir fayton tutmuyoruz?"
Adam gülerek karısını payladı.
"Sen böyle mi tasarruf yapacaksın? Beş dakikalık yere dakikası altı sente giderek! Hiç sıkıntıya gelmiyorsun"
Kadın biraz mahçup olarak "yani " dedi.
Üç kocaman atın çektiği iki katlı bir otobüs şakırdayarak geliyordu. Lebrument
" biletçi, biletçi" diye bağırdı.
Koca araba durdu ve genç avukat eşini içeri iterken çabucak
"sen içeri gir ben üst kata çıkacağım böylece yemekten evvel bir sigara içerim" dedi.
Kadının cevap verecek vakti bile yoktu. Biletçi kadına yardım etmek için kolundan tuttu ve basamağa çıkartıp, içeri itti, kadın şaşkın şaşkın bir koltuğa oturup arka pencereden aracın yukarısına çıkan eşinin bacaklarına baktı.
Ve ucuz tütün kokan şişko bir adamla, sarımsak kokan bir kadının arasında, sessiz oturdu.
Diğer yolcular da sessiz dizilmişlerdi, bakkalın çırağı, genç bir kız, bir asker, büyük ipek şapkalı ve altın çerçeveli gözlüklü bir bey, "atlı otobüse bindik ama binmeyebilirdik" der gibi kendinden emin ve huysuz tipli iki hanım, iki rahibe ve bir müteahhit. Hepsi karikatürlerdeki tiplere benziyorlardı.
Arabanın birleşme yerleri oynadıkça kafaları sallanıyor, tekerlekler sarsıldıkça sersemliyorlardı, hepsi de uyur gibiydiler.
Genç kadın sessiz duruyordu.
Kendi kendisine "niye benimle birlikte gelmedi?" diye soruyordu. Her yanını anlaşılmaz bir keder kaplamıştı, adam böyle davranmak zorunda değildi.
Rahibeler biletçiye inmek istediklerini işaret ettiler ve arkalarında keskin bir nane ruhu kokusu bırakarak teker teker indiler. Atlı otobüs hareket etti ve az sonra yine durdu. Nefes nefese kırmızı suratlı bir ahçı bindi. Oturdu ve yiyecek sepetini dizlerinin üzerine koydu. Aracın içini bulaşık suyu kokusu kapladı.
Jeanne "tahminimden daha beter" diye düşündü.
Müteahhit indi ve onun yerini ahır kokan bir faytoncu aldı. Genç kızın yerine bir postacı oturmuştu ayaklarının kokusu sürekli yayan yürüdüğünü belli ediyordu.
Avukatın karısının midesi kalktı, kusmak üzereydi, neden olduğunu bilmeden ağlayacaktı.
Birileri inip, birileri bindiler. Otobüs o durak senin, bu durak benim cadde cadde dolaştı.
Jeanne "daha ne kadar uzakta?" diye düşündü "umarım uyuyakalmamıştır, kaç gündür çok yorgundu"
Yavaş yavaş tüm yolcular indi. Otobüste tek başınaydı. Biletçi
"Vaugirard" diye bağırdı.
Kadının kımıldamadığını görünce
"Vaugirard" diye tekrarladı.
O zaman kadın sordu:
"Neredeyiz?"
"Vaugirard'ta tabii ki, yarım saattir bağırıyorum!"
Kadın " Bulvar çok uzak mı?"
"Hangi bulvar?"
"İtalyan Bulvarı"
"Orayı çoktan geçtik!"
"Eşime haber verir misiniz?"
"Eşiniz mi? Nerede?"
"Üst katta"
"Üst katta mı? Orası çoktan boşaldı"
"Ne? Bu imkansız! Beraber bindik, iyi bakın, orada olmalı!"
Biletçi kabalaşmaya başlıyordu.
"Hadi küçük hanım, yeterince lafladın, kaybettiğin her adam için on tane yenisini bulabilirsin, şimdi in aşağı, bir başka yerde başka birini bul"
Kadının gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Israr etti.
"Fakat Mösyö yanılıyorsunuz, sizi temin ederim ki yanılıyorsunuz, eşimin kolunun altında büyük bir çanta vardı"
"Büyük bir çanta mı? ! Ah evet, o adam Madeleine'de indi, sizden kurtuldu! Hahahaha"
Otobüs durdu, kadın indi, içgüdüsel olarak üst kata baktı, bomboştu.
Sonra ağlamaya ve kimin görüp, kimin duyacağına aldırmadan söylenmeye başladı.
"Ne olacak bana?"
Otobüs durağının idari amiri yaklaştı.
"Mesele nedir?"
Biletçi alaycı bir tonla
" Yolculuk esnasında kocasının terkettiği bir hanım"
Öteki devam etti.
"Ah bir şey değil, sen kendi işine bak"
Adam topuklarının üstünde dönüp gitti.
Kadın dümdüz yürümeye başladı, çok şaşkın, çok afallamıştı, kendisine ne olduğunu bile anlayacak halde değildi. Nereye gidecekti? Ne yapabilirdi? Kocasına ne olmuştu? Nasıl böyle bir hata yapabilir? Nasıl bu kadar unutkan olabilirdi?
Cebinde iki Frank vardı, kime gidebilirdi? Birden kuzeni Barral'ı hatırladı, denizcilik bakanlığında asistanlık yapıyordu.
Bir faytona parası anca yetti, adamın evine gitti, tam adam ofise giderken ona rastladı, adam da kocası gibi kolunun altında büyük bir çanta taşıyordu.
Kadın faytondan atladı.
"Henry" diye bağırdı.
Adam şaşırarak durdu.
"Jeanne, sen burada - tek başına ne yapıyorsun? Nereden çıktın böyle?"
Kadının gözleri doldu, kekeledi.
"Eşim kayboldu"
"Kayboldu mu, nerede?"
"Atlı otobüste"
"Atlı otobüste mi?"
Kadın ağlayarak tüm hikayeyi anlattı.
Adam düşünceli düşünceli dinledi ve sonra sordu:
"Bu sabah aklı başında mıydı?"
"Evet"
"İyi, yanında çok para var mıydı?"
"Evet, benim drahomam"
"Drahoman mı? Hepsi mi?"
"Hepsi, satın aldığı yerin borcunu ödeyecekti"
"Şeyy kuzen, kocan çoktan Belçika'nın yolunu tutmuştur"
Kadın anlayamadı, tekrar etti.
" Kocam..sen diyorsun ki.."
"Diyorum ki, kocan senin paranla tüydü hepsi bu"
Kadın karmakarışık duygularla ağlayarak duruyordu.
" O zaman o, o, o alçağın teki!"
Ve heyecandan bayılma reddesine gelerek başını kuzeninin omzuna yaslayıp ağlamaya başladı.
Gelip geçenler durup onlara bakarken, kuzen kadını yavaşça evinin girişine doğru götürdü, bir kolunu beline sarmış kadına destek oluyordu, kadını merdivenlere yöneltti ve kapıyı açan hizmetçinin şaşkın bakışları arasında emir verdi.
"Sophie lokantaya git ve iki kişilik yemek getir, bugün ofise gitmiyorum"

YAZAN: GUY de MAUPASSANT
Çeviren: Müjde Dural


10 Nisan 2012 Salı

YEŞİL KAPI - O' HENRY

Farzedin ki, akşam yemeğinden sonra, on dakikalık bir sigara molasında Broadway'den aşağı doğru yürürken, traji- komik bir oyunla, ciddi bir vodvil arasında seçim yaparken, aniden bir el kolunuzu tutuyor. Dönüp güzel bir kadının korkmuş gözlerine bakıyorsunuz, samur Rus kürkü ve pırlantalar içinde bir kadın. Elinize çok sıcak bir poğaça bastırıyor, küçük bir makas parıldıyor, paltonuzun ikinci düğmesi kopuyor, kadının tek kelime söylüyor "paralelkenar!" ve korkuyla omzunun üstünden bakarak, kesen sokağa doğru hızla koşuyor.

Bu tam bir macera olurdu. Siz alır mıydınız? Hayır. Utanarak kızarır, sıkılarak poğaçayı yere atar ve kopan düğmenizi bulmak üzere yola devam ederdiniz. Ama saf serüvenci ruhunuz hala ölmemişse, böyle yapmazdınız.
Gerçek maceraperestlerden asla çok sayıda bulunmaz. Bunlar genellikle yeni icat edilmiş yöntemlerle çalışan iş adamlarıdır. İstedikleri şeyin peşinden giderler, (1)altın post, (2)kutsal kase, leydilerin aşkları, hazine, taç ve ün. Gerçek serüvenci bilinmeyen kaderiyle karşılaşmak üzere amaçsızcasına ve hesap kitap yapmadan yola çıkar. Bunun iyi bir örneği evine dönmeye karar veren (3)Prodigal Son'du.
Yarı serüvenciler ise cesur ve parlak kişilerdir ki bunlardan çok sayıda bulunur. Tarih, romanlar ve tarihi romanları zenginleştiren Haçlılardan, Palisades' e kadar. Fakat bunların hepsinin kazanacak bir ödülü, bir amacı, bileyecek baltası, koşacak bir yarışı, hamle yapacak bir kılıcı, ismini kazıyacak bir yer, halletmesi gereken bir sorunu, takacak bir tacı vardı. O yüzden onlar gerçek maceraperest değillerdi.
İkiz kardeşler olan Aşk ve Macera, büyük şehirde sürekli buna değecek talipleri ararlar. Bizler sokakları arşınlarken, onlar sinsi sinsi bizi dikizlerler ve oniki farklı kılıkla bize meydan okurlar. Neden olduğunu bilmeden hayalimizdeki resim galerisine ait bir portre bulmak üzere pencereden bakarız, sessiz bir sokaktaki, kepenkli, boş bir evden gelen acı dolu bir çığlık işitiriz, her zamanki kaldırım yerine, bir taksi şoförü bizi tuhaf bir kapının önüne bırakır, gülümseyerek bizi içeri çağırır, üzeri yazılı bir kağıt Talihin kafesinden ayaklarımızın dibine düşer, hızla gelip geçen kalabalıktaki yabancılarla birbirimize nefret, sevgi ve korku dolu bakışlar atarız, ani bir sağanak- şemsiyemiz bizi dolunayın kızkardeşiyle, yıldızların kuzeninden korur, her köşede bir mendil yere düşer, parmaklar şaklatılır, bakışlar üşüşür ve yitik, yalnız, çoşkulu, esrarengiz, tehlikeli serüvenin çeşit çeşit ipuçları parmaklarımızdan kayar. Fakat pek azımız bunların peşine düşüp, kovalarız. Ağır ol molla desinler diye sıkı sıkıya eğitilmişizdir. Geçer gideriz ve bir gün sıkıcı bir hayatın sonunda aşk dediğimiz şeyin bir ya da iki evlilik ile bir çekmecede saklanan saten bir rozet ve dırdır eden bir eşle hayat boyu süren bir kan davası olduğunu anlarız.
Rudolf Steiner gerçek bir maceraperestti. Umulmadık ve olağanüstü şeyler bulmak amacıyla yatak odasının dışına çıkmadığı akşamlar çok nadirdi. Hayatındaki en ilginç şey bundan sonraki dönemeçte neyin beklediğiydi, bazen kaderi zorlama isteği onu farklı yollara sürüklemişti. İki kez geceyi istasyonda geçirmişti, defalarca esnaf kılıklı üçkağıtçıların oyununa gelmişti, yağcılıklara kanmasının bedelini saati ve parasıyla ödemişti ama hiç azalmayan bir şevkle, macera listesindeki her şeye uzanmıştı.
Bir akşam Rudolf, şehrin eski mahallelerinden birindeki caddede geziniyordu, kaldırımlar iki tür kalabalıkla doluydu, evlerine gitmek için acele edenler ile binlerce aldatıcı mum ışığı altında tabldot yemek için dışarı gidenler.
Hoş görünümlü genç maceraperest, sakin ve dikkatle yürüyordu, gündüzleri piyano satan bir mağazada satıcıydı. Kravatı kravat iğnesi yerine topaz bir halkaya tutturulmuştu ve bir keresinde bir derginin editörüne hayatını ençok etkileyen kitabın Miss Libbey'in “Junie'nin Aşk Testi” olduğunu yazmıştı.
Yürüyüşü sırasında kaldırımdaki cam kutudan gelen bir diş takırtısı sesi önce (şüpheyle) dikkatini çekti. Kutu bir lokantanın önüne konmuştu fakat tekrar bakınca bitişik kapının üzerindeki ışıklı dişçi tabelası ortaya çıktı. Kırmızı işlemeli fantastik bir ceket, sarı pantolon, asker şapkası takmış izbandut gibi bir zenci, gelip geçenlere el ilanı dağıtıyordu.
Bu tür dişçi reklamları Rudolf için sıradandı, genellikle ilan dağıtıcısından ilan almadan yanından geçerdi fakat bu sefer Afrikalı elindeki kartı öyle ustalıkla bıraktı ki, kart başarılı bir uçuşla Rudolf'un eline kondu ve zenci gülümsedi.
Adam birkaç metre yürüdükten sonra karta ilgisiz ilgisiz baktı. Şaşırarak kartı ters çevirdi ve bu sefer ilgiyle baktı. Kartın bir yüzü boştu, diğer yüzündeyse mürekkeple “Yeşil Kapı” yazıyordu. Sonra Rudolf önünde üç basamak gördü, adamın biri geçerken zencinin verdiği kartı yere attı, Rudolf kartı aldı. Kartta dişçinin adı, adresi ve “porselen kaplama”, “köprü” gibi olağan işlemlerle, “ağrısız” operasyon sözü verilmişti.
Maceraperest piyano satıcısı köşede durdu ve düşündü. Sonra karşıya geçti, bir blok yürüdü, tekrar karşıya geçti ve tekrar yukarı giden kalabalığa karıştı. Zencinin yanından ikinci kez geçtiğinin farkına varmadan verdiği kartı aldı. On adım sonra kartı inceledi. İlk karttaki aynı el yazısıyla “Yeşil Kapı” yazıyordu. Gelen geçenler tarafından üç, beş kart yere atılmıştı. Yere düşen kartların yazısız tarafları üste gelmişti. Rudolf kartların öbür tarafını çevirdi. Hepsinde efsanevi diş muayenehanesinin adresi yazıyordu.
Periler Rudolf Steiner'i bir maceraya sürüklemek için nadiren iki kez dürterlerdi fakat iki kez dürtmüşlerdi ve arayış başlamıştı.
Rudolf yavaşça tıkırdayan diş kutusunun yanında duran iriyarı zencinin yanına gitti. Bu seferki geçişinde hiç kart almadı. Komik ve süslüpüslü kılığına rağmen, Etopyalı, doğal, vahşice bir asalet sergiledi, kartları kibarca birilerine uzattı, diğerlerinin kart almaları için taciz etmeden geçip gitmelerine izin verdi. Her yarım dakikada bir dolmuş kahyaları ya da operacılarınkine benzer, tiz, anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu ve bu sefer elinde sadece kart tutmuyordu, Rudolf'a öyle geldi ki, kocaman, parlak siyah yüzü sanki soğuk bir küçümseme, aşağılama doluydu.
Bakışlar maceraperestimizi çekti, sessiz bir suçlamayla o bakışlarda kendisinin arandığını okudu. Karttaki yazılardaki esrar ne olursa olsun, zenci iki kez kendisini seçmişti ve şimdi macerayı, gizemi çözecek akıl ve cesaretten yoksun olduğu için onu lanetliyordu.
Rudolf, kalabalıktan sıyrılarak, onu bekleyen maceranın olduğu binayı incelemeye koyuldu, beş katlı bir apartmandı. Zemin katta bir lokanta vardı.
Şu anda kapalı olan birinci kat kürk ve şapkacıya benziyordu, yanıp sönün ampulleriyle ikinci kat dişçiydi, daha yukarı katlardaysa falcı, terziler, müzisyenler ve doktorların olduğunu söyleyen tabelalar vardı, daha üst katlarda ise perdeli pencerelerde duran beyaz süt şişelerinden ailelerin oturduğu belliydi.
İncelemesini bitiren Rudolf, evin taş basamaklarına tırmandı. Halı kaplı merdivenlerde iki kat çıktı, devam etti ve en üstte durdu. Koridor bir tanesi sağında ve uzakta, diğeri yakınında ve solda olmak üzere iki gaz lambasıyla loş bir şekilde aydınlatılmıştı ve loş ışıkta yeşil kapıyı gördü. Bir an tereddüt etti. Sonra kart dağıtan Afrikalının alaycı bakışları gözünün önüne geldi ve dosdoğru yeşil kapıya gidip, kapıyı vurdu.
Kapıyı tıklamadan önceki anlar gerçek maceranın nefes nefese soluğuyla geçmişti. Bu yeşil kapının ardına neler olmazdı ki? Kumar oynayan kumarbazlar, tuzaklar kuran kurnaz, usta serseriler, cesarete aşık güzellik, tehlike, ölüm, aşk, hayal kırıklığı, küçük düşme, bu cesur tıklayışın ardında hepsi olabilirdi.
İçeriden hafif bir ses geldi ve kapı yavaşça açıldı. Henüz yirmisinde bile olmayan bir kız kapıda duruyordu, yüzü bembeyazdı ve titriyordu. Eli kapının tokmağından kaydı ve geriye kaykıldı, Rudolf kızı tuttu ve duvara yaslanan bir kanepeye yatırdı. Kapıyı kapattı ve gaz lambasının ışığında odaya bir göz attı. Gördüğü tam bir yoksulluktu.
Kız baygın gibi yatıyordu. Rudolf kızın karnının altına koymak için fıçı gibi bir şey aradı ama yok, yok bu yöntem suda boğulanlar içindi. Şapkasıyla kıza yelpaze yaptı. İşe yaradı, şapkanın kenarı burnuna çarpınca kız gözlerini açtı. Ve genç adam hayalinde aradığı kızın resmiyle karşı karşıya geldi. Dürüst, yeşil gözler, küçük burun, sarmaşık yaprakları gibi büklüm büklüm kestane rengi saçlarla doğru yere ve harika serüvenlerinin ödülünü almaya geldiğini anladı.
Kız ona baktı ve gülümsedi.
Halsizce “bayıldım değil mi?” diye sordu. “Şeyy kim olsa bayılırdı,üç gündür yemek yemiyorum! Ve işte..”
Rudolf sıçrayarak ayağa kalktı ve “Himmel!” diye bağırdı. “Ben gelene kadar bekle”
Koşarak yeşil kapıdan çıktı ve merdivenlerden aşağı indi. Yirmi dakika sonra geri geldi. Kızın kapıyı açması için baş parmağıyla kapıyı vuruyordu, elleri, kolları marketten ve lokantadan aldığı yiyecek,içeceklerle doluydu. Hepsini masaya koydu, ekmek, tereyağı, soğuk et, kekler, tartlar, turşular, istiridye, kızarmış tavuk, bir şişe süt ve sıcak çay.
Rudolf “yemek yemeden durmak gülünç!” diye kızı payladı. “Bu tür iddiaların hepsini kafandan atmalısın,yemek hazır.” Kızın sandalyeye oturmasına yardım etti ve sordu: Çay fincanın var mı? Kız “Pencerenin yanındaki rafta” diye cevap verdi. Fincanla geri geldiğinde kızın kadınsı içgüdülerle ve parlayan gözleriyle kağıt paketleri açıp kocaman bir hıyar turşusuyla başladığını gördü. Gülerek turşuyu kızın elinden aldı ve süt doldurdu. “ önce bunu iç” diye emretti. “sonra biraz çay iç ve bir tavuk kanadı ye, eğer iyi olursan turşuyu yarın yersin, ve şimdi müsaade edersen ben de misafirin olayım, akşam yemeğimizi yiyelim”
Adam öteki sandalyeyi de aldı. Çay kızın gözlerinin parlamasını ve renginin yerine gelmesine yaradı. Kıtlıktan çıkmış vahşi bir hayvan gibi sevimli bir oburlukla yiyordu. Genç adamın varlığını ve yardımını gayet doğal buluyormuş gibiydi.Olanları küçümsüyor gibi değildi sadece büyük gerginlik altındaki biri olarak, suni nezaketi bırakıp, insani ve doğal davranıyordu. Yavaş yavaş gücü gelip, rahatlayınca, küçük hikayesini anlatmaya başladı. Binlerce benzer hikayeden biriydi. Azıcık bir ücretle çalışan bir tezgahtarken, dükkanın karını arttırmak için ücretlerde kesinti yapılmış, hastalanınca işi aksatmış, sonra işten çıkartılmış, umudunu kaybetmiş ve maceraperestimiz yeşil kapıyı çalmıştı.
Ama Rudolf için bu hikaye İlyada destanı ya da “Junior'un Aşk Testi” kadar büyüktü.
“Bunca şeye katlandığını düşünmek” diye bağırdı.
Kız vakur bir tavırla “ berbattı” dedi.
“Peki şehirde hiç akraban veya dostun yok mu?”
“Kimsem yok”
Bir an duraksadıktan sonra Rudolf “Ben de koca dünyada tek başımayım” dedi.
Kız “buna sevindim” deyince genç adam kızın kendi mahrumiyetini onaylamasından hoşnutluk hissetti.
Birden kızın göz kapakları ağırlaştı ve derin bir iç çekti.
“felaket uykum geldi ve çok iyiyim” dedi.
O zaman Rudolf ayağa kalktı, şapkasını giydi “size iyi geceler diliyorum, iyi bir uyku size iyi gelecektir”
Elini kıza uzattı, kız elini sıktı ve “iyi geceler” dedi. Ama gözleriyle dobra dobra, şiirsellikle ve zarifçe bir şey soruyordu. Adam da evap verdi.
“Ah, yarın nasıl olduğunuzu görmek için geleceğim, benden bu kadar kolay kurtulamazsınız”
Sonra o kapıdayken, kız sanki kapısını çalması, gelmesinden daha önemsizmiş gibi sordu “nasıl oldu da kapımı çaldın?”
Adam bir an kıza baktı, kartları hatırladı ve sonra ani bir kıskançlık sızısı hissetti. Ya kartları kendisi gibi maceraperest başkaları da aldıysa? Çabucak kızın gerçeği bilmemesi gerektiğine karar verdi. Kızın bu büyük acısıyla ilgili garip macerayı kız asla bilmemeliydi.
“Piyano akortçularımızdan biri bu apartmanda oturuyor, onun yerine yanlışlıkla senin kapını çaldım”
Yeşil kapı kapanmadan önce odada gördüğü son şey kızın gülümseyişiydi.
Merdivenlerin başında duraksadı ve şüpheyle baktı. Sonra koridorun sonuna kadar gitti, geri döndü, bir alt kata indi ve şaşırtıcı keşfine devam etti. Tüm kapılar yeşil boyalıydı.
Merak içinde kaldırıma geldi. Fantastik Afrikalı hala oradaydı. Rudolf elinde iki kartla adamla yüzleşti.
“Bu kartları bana niye verdin? Ne anlama geliyorlar?” diye sordu.
 Zenci tatlı tatlı sırıtarak, patronunun mesleğinin harika bir reklamını yaptı.
Sokağın aşağısını işaret ederek “ işte şurası bayım, fakat siz ilk perde için çok geç kalmak”
Adamın işaret ettiği yöne bakan Rudolf, tiyatronun parlak ışıklarını ve oyunun adını gördü: “Yeşil Kapı”
Zenci “ tiyatro şirketinin söylediğine göre birinci sınıf bir oyunmuş, dişçinin kartıyla birlikte onların da ilanını dağıtırsam bana bir dolar verecekler size dişçinin kartından vereyim mi?”
Oturduğu apartmanın köşesinde Rudolf bir bardak bira ve puro almak için durdu. Çıkışta düğmelerini ilikledi, şapkasını düzeltti ve elektrik lambasının altında şöyle dedi:
“yine de o kızla karşılaşmamın kaderin bir oyunu olduğuna inanıyorum”
Bu koşullar altında sonuç ne olursa olsun, Rudolf Steiner, Aşk ve Maceranın peşinden koşan gerçek bir maceraperestti.

YAZAN: O'HENRY
Çeviren: Müjde Dural
(1) Altın Post: Yunan mitolojisinde zenginlik ve ihtişamı temsil eden altından yapılmış koç postu.
(2) Kutsal Kase: Hz. İsa'nın çarmıhta ölmeden önce su içtiği kase.
(3) Prodigal Son: Hz. İsa'nın “İki Oğul veya Kayıp Oğul” olarak da bilinen dini hikayelerinden biri.