ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

26 Haziran 2012 Salı

GÖKGÜRÜLTÜSÜNÜN SESİ - Ray Bradbury

foto: www.scaryforkids.com
Duvarın üzerindeki yazı akan bir sıcak su tabakasının altındaymış gibi titrek görünüyordu. Eckels, bakarken göz kapaklarını kırptığını hissetti ve yazı bu kısa süren karanlıkta alev gibi yandı:
TIME SAFARİ Şirketi
GEÇMİŞTEKİ HER YILA SAFARİ DÜZENLENİR
SİZ HAYVANIN İSMİNİ SÖYLEYİN
SİZİ ORAYA GÖTÜRELİM
ONU VURUN

Eckels'in boğazında ılık bir balgam birikti, adam yutkunup balgamı yuttu ve aşağıya gönderdi. Yavaşça ellerini dışarı çıkartırken, ağzının kenarındaki kaslar gülümseme şeklini aldı. Elindeki çekteki onbin doları masanın arkasındaki adama salladı.

" Bu safari sağsalim geri dönmemi garanti ediyor mu?"

Görevli "dinazorlar hariç hiçbir şeyi garanti etmiyoruz" dedi. Adam döndü "Bu bay Travis, sizin geçmişe yolculuğunuzdaki safari rehberiniz. Size neyi ne zaman vuracağınızı o söyleyecek. Ateş etmeyin derse ateş etmeyeceksiniz. Eğer kurallara itaatsizlik ederseniz, fazladan bir onbin dolar cezası var, ayrıca dönüşte hükümet hesap sorabilir."

Eckels, karmançorman olmuş büyük ofise göz attı, bir an turuncu, bir an gümüş rengi, bir an mavi olan kablolar, çelik kutular. Sanki tüm Zamanlar, bütün yıllar, parşömen takvimler, tüm saatler üst üste yığdırılıp devasa bir şenlik ateşi yakılmış gibi bir ses geliyordu.

Bir dokunuşla bu yangın güzelce tersine dönecekti. Eckels mektuptaki reklamlardaki ifadeleri hatırladı. Korların, küllerin içinden, tozların, kömürlerin içinden, altın rengi semenderler gibi, eski yıllar, yeşil yıllar sıçrayabilir, güller havayı mis gibi kokutabilir, ak saçlar İrlanda karasına döner, kırışıklıklar kaybolur, her şey başlangıcına döner, ölür, başlangıcına gitmek için koşturur, gökyüzünün batısında güneş doğar, doğusunda batar, geleneklerin tersine aylar birbirini yer ve her şey içiçe geçen Çin kutuları gibi birbirininin içine geçer, tavşanlar şapkanın içine girer, her şey başlangıçtan önceki zamana, yeşil ölüme, ölüm tohumlarına döner. Bir dokunuş bunu yapabilir, tek bir el dokunuşu.

Eckels, “inanılır gibi değil” diyerek nefes aldı. Makinenin ışığı ince yüzüne vuruyordu. “Gerçek bir zaman makinası” diyerek başını salladı. “İnsanın dün seçim sonuçları kötü gitseydi, bugün sonuçtan kaçmak için burada olabilirdim diyesi geliyor, çok şükür Keith kazandı, iyi bir Amerikan başkanı olacak”

Masanın arkasındaki adam “evet, talihliyiz” dedi. “Eğer Deutscher kazansaydı, berbat bir diktatörlük gelirdi. Senin için her şeye muhalif bir adam var, bir militarist, bir İsa karşıtı, insanlık karşıtı, entel karşıtı. Millet bize telefon ediyordu, şaka ama şaka değildi, Deutscher kazanırsa 1492 yılına gitmek istiyorlardı. Tabii bizim işimiz insanların kaçmasını ayarlamak değil safari düzenlemek. Her neyse şu anda Keith başkan ve senin tüm düşünmen gereken şey..”

Eckels cümleyin adamın yerine bitirdi “ dinazorumu avlamak”

“ Bir tiranozarus Rex. Acımasız sürüngen, tarihin en inanılmaz hayvandır, şurayı imzalayın, başınıza her şey gelebilir, sorumluluk kabul etmiyoruz, bu dinazorlar açtır."

Eckels öfkeyle kızardı "beni korkutmaya mı çalışıyorsunuz?"

"doğrusu evet. İlk atışta panik olacak birisi olsun istemiyoruz, geçen yıl altı safari lideri ve bir düzine avcı öldü. Size gerçek bir avcının isteyeceği en büyük heyecanı yaşatacağız. Sizi altı milyon yıl önceye götürüp, zamanımızdaki en büyük oyunu oynatacağız, çekiniz hala burada, yırtabilirsiniz" Bay Eckels çeke baktı, parmaklarını hızla çekti.

Masanın arkasındaki adam “bol şans, Bay Travis Bay Eckels sizindir” dedi.

Silahlarını da alarak yavaşça odayı geçip, ışıklar saçan gümüşi metal Makineye doğru gittiler.

Önce bir gün sonra bir gece, sonra bir gün, bir gece, sonra gece – gündüz – gece – gündüz, bir hafta, bir ay, bir yıl, on yıl! M. S 2055, M. S 2019, 1999, 1957 ! Gitti! Makine kükredi.
Oksijen başlıklarını takıp, telsizi denediler.

Eckels, koltuğun üzerinde sallandı, yüzü bembeyaz, çenesi kilitlenmişti, kollarının titrediğini hissedip aşağı baktı ve ellerinin yeni tüfeğini sımsıkı kavradığını gördü. Makinede başka dört adam daha vardı. Safarinin lideri Travis, Lesperance ve başka iki avcı Billings ve Kramer.

Birbirlerine bakarak oturuyorlardı ve zaman yanlarından hızla geçiyordu.

Eckels ağzından “bu silahlar dinazoru korkutur mu?” sözünün çıktığını duydu.

Travis başlığındaki telsizden “doğru ateş edersen evet” dedi. “Bazı dinazorların iki tane beyni vardır, biri kafasında, diğeri omurgalarının aşağısında, bundan uzak duracağız, şansımızı şu arttırır, ilk iki atışı gözlerine yapın, onları kör ederseniz, sıra beyinlerine gelir”
Makine uğuldadı. Zaman geriye akan bir film şeridiydi. Güneşler ve peşinden milyonlarca ay battı.

Eckels “ Düşünsene” dedi. “ tüm avcılar bizi kıskanacak, Afrika Ilinois gibi olacak”

Makine yavaşladı, sesleri mırıltıya döndü. Makine durdu.

Güneş gökyüzünde durdu.

Makinayı kaplayan sis dağıldı ve üç avcı ile iki Safari lideri, dizlerinin üzerindeki mavi metal silahlarıyla kendilerini eski çağda, gerçekten çok eski bir çağda buldular.

Travis “İsa henüz doğmadı” dedi. “Musa tanrıyla konuşmak için dağa çıkmadı, Piramitler hala yeryüzünde keşfedilmeyi bekliyor. Şunu unutmayın, İskender, Sezar, Napolyon, Hitler hiçbiri hayatta değil. Adam başını salladı.

Bay Travis işaret ederek “ bu orman Başkan Trevis'ten alti milyon iki bin elli beş yıl önceki orman” dedi.

Kaynayan bataklıklar, kocaman palmiyeler, bitkilerle dolu yemyeşil vahşi ormana çıkan metal patikayı gösterdi.

“ Ve bu yolu Zaman Safarisi sizin kullanmanız için yaptı”

“ Toprağın onbeş santim yukarısında duruyor, bıçak gibi otlar, çiçekler ya da ağaçlar gibi dokunmaz, yer çekimine karşı bir metaldir amacı sizi geçmişin dünyasına dokunmanızı önlemek, hep yolda kalın, yoldan ayrılmayın, tekrarlıyorum hiçbir nedenle yoldan ayrılmayın! Düşerseniz cezası var ve biz olur demeden hiçbir hayvana ateş etmeyin.”

Eckels “Niye?” diye sordu.

Tarihi vahşiliklerde oturdular. Rüzgar uzaktak kuşların sesini, katran kokusunu, eski tuzlu denizlerin, nemli çimenlerin, kan rengi çiçeklerin kokusunu getirdi.

“Geleceği değiştirmek istemiyoruz, biz bu Geçmişe ait değiliz, hükümet de burada olmamızdan hoşlanmıyor, sermaye bulmak için çok kişiye rüşvet vermek zorunda kaldık. Zaman Makinası alengirli bir iştir, bilmeden önemli bir hayvanı, küçük bir kuşu, balığı, çiçeği bile öldürebiliriz, böylece büyüyen türlerle ilgili bir bağlantıyı yok edebiliriz.”

Eckels “ pek açık anlatmadın” dedi.

Travis “pekala” diye devam etti. “ farzet ki burada bir fare öldürdük, o zaman bu özel farenin tüm gelecekteki ailesini yok ettik demek olur değil mi?”

“Doğru”

“Ve o farenin ailesinin, ailesinin, ailesinin ailesi! Bir tekmede bir fareyi, sonra bir düzineyi, sonra bin tanesini, bir milyon, bir milyarı fareyi yok edersin!”

Eckels “hepsi gebersin, ne olmuş?”

Travis hafifçe homurdanarak “ne olmuş mu?” dedi. “Evet, yaşaması gereken o farelere ihtiyacı olan tilkilere ne olacak? On fare için bir tilki ölür, on tilki için bir aslan açlıktan ölür, bir aslan için her çeşit böcekler, akbabalar, sonsuz sayıda hayat türleri bir kaosun ve yokoluşun içine düşerler. En sonunda şuraya gelir: Elli dokuz milyon yıl sonra dünyadaki bir düzine mağara adamından bir tanesi yiyecek bulmak için bir domuz ya da ihtiyar kaplan avlamaya çıkar fakat arkadaşım sen bir fareyi öldürerek o bölgedeki tüm kaplanları yok ettin, bu yüzden mağara adım açlıktan ölür ve burayı lütfen not et, bir mağara adamı feda edilemez, o tüm geleceğin bir ulusudur, dölünden on tane oğlan doğar, ondan da yüz oğlan ve bir uygarlık. Bir adamı yok et, bir ırkı, bir halkı, bir tarihi yok edersin. Bunu Adem'in çocuklarından birini öldürmekle kıyaslayabilirsin, ayağını bir farenin üzerine basmakla dünyamızı ve kaderlerimizi uzun yıllar boyunca sürecek temellerinden sarsacak bir deprem yaratabilir. Bir mağara adamının ölmesiyle, daha doğmamış olan milyonlarcası ana rahminde kalacak. Belki Roma asla yedi tepe üzerine kurulmayacak, belki Avrupa hep karanlık bir orman olarak kalacak ve belki sadece Asya sağlıklı ve zengin olacak, bir farenin üzerine basarak piramitleri ezebilirsin, bir farenin üzerine basarak Sonsuzluğun üzerinde Büyük Kanyon gibi bir iz bırakabilirsin, Kraliçe Elizabeth asla doğmayabilir, Washington Delawere'yi asla geçmeyebilir ve Amerika Birleşik Devletleri diye bir yer hiç olmayabilir. O yüzden dikkatli ol, yoldan asla ayrılma!”

Eckels “Anladım” dedi. “o halde çimlere bile dokunmamamız gerekir”

“ Doğru. Belli bitkileri ezmek hesap edilemeyecek zarar verebilir. Şuracıktaki küçük bir hata nispetsiz olarak katlanabilir. Elbette teorimiz yanlış olabilir. Belki Zaman tarafımızdan değiştirelemez veya belki sadece minik oranda değişebilir. Buradaki ölü bir fare böceklerdeki bir önce dengesizliğe , sonra nüfusta bir oransızlığa, daha sonra kötü hasata, depresyona, büyük açlığa ve son olarak uzak ülkelerde sosyal dengesinde değişikliklere yol açar. Bazen bundan çok daha minik bir şey. Belki sadece hafif bir nefes, bir fısıltı, bir saç, havadaki bir çiçek tozu, ancak dikkatli bakmadan göremeyeceğin çok küçük, minicik bir değişiklik. Kim bilebilir? Kim gerçekten bildiğini söyleyebilir? Biz bilmiyoruz. Tahmin ediyoruz. Fakat zamanda karışıklık yapmamızın tarihte büyük veya küçük değişiklikler yapmayacağından kesin emin olana kadar dikkatli olacağız. Yolculuğa çıkmadan önce bildiğiniz gibi, bu Makine, bu Patika, giysileriniz ve vücudunuz sterilize edildi. Bu oksijen başlıklarını takıyoruz çünkü geçmişin atmosferini bakterilerimizle tanıştıramayız.

“Hangi hayvanlara ateş edeceğimizi nasıl bileceğiz?”

Travis “onlar kırmızı boyayla işaretlendi” dedi. “Bugün seyahatimizden önce Lesperance'ı Makineyle buraya gönderdik. Bu özel bölgeye geldi ve bazı hayvanları takip etti. “

“Onları inceledi mi?”

Lesperance “evet” dedi. “ tüm hayatlarını takip ediyor hangisinin daha uzun yaşadığını not ediyorum, çok az , kaç kez çiftleşiyorlar? Çok sık değil, hayat kısa, üzerine bir ağaç düşünce veya katran çukuruna düşerek ölecek olan bir tanesini bulunca, tam saatini, dakikasını, saniyesini not ediyorum. Boya püskürtüyorum, üzerinde farkedeceğimiz kırmızı bir leke bırakıyor. Sonra Geçmişe yolculuğumuzu hayvanın ölmesinden iki dakikadan fazla olmayacak şekilde onunla karşılaşacak şekilde ayarlıyorum. Böylece sadece bir geleceği olmayan, çiftleşmeyecek olan hayvanları öldürmüş oluyoruz. Ne kadar dikkatli olduğumuzu anladın mı?”

Eckel “ama bu sabah Zamanında gelseydin Safari'de bize denk gelmen gerekirdi! Nasıl gitti? Başarılı mıydı? Hepimiz sağsalim döndük mü?

Travis ve Lesperance birbirlerine baktılar.

İkinci, “bu bir paradoks yaratırdı” dedi. “Zaman, bir insanın geçmişte kendi kendisiyle karşılaşması gibi karışıklıklara izin vermez. Bu tür bir tehdit oluşursa, Zaman tıpkı hava boşluğuna düşen bir uçak gibi yol verir. Biz durmadan az önce makinenin sıçradığını hissettin mi? O tekrar Geleceğe giden bizlerin geçişiydi. Hiçbir şey görmedik. Bu keşifin başarılı olup olmadığını, dinazoru vurduğumuzu, hepimizin sağsalim döndüğünü - sizi kasdediyorum Bay Eckels - söyleyebilmemizin bir yolu yok.”

Eckels solgun bir yüzle gülümsedi.

Travis sertçe “kes şunu” dedi. “herkes ayağa kalksın!”

Makineden çıkmaya hazırdılar.

Orman yüksek, orman büyük ve dünya ebediyen tamamen ormandı. Müziğe benzeyen ve uçan çadırlara benzeyen sesler gökyüzünü kapladı, bunlar kocaman, gri kanatlarla yükselen piterodaktilsler, çoşku ve hezeyanın devasa yarasalarıydı.

Eckels, dar patikada dengesini sağlayıp, tüfeğiyle şakacıktan nişan aldı.

Travis “bırak şunu!” dedi. “ Şakadan bile nişan alma! Lanet olsun! Bir ateş alırsa..”

Eckels kızardı “dinazorumuz nerede?”

Lesperance kol saatine baktı, “biraz ileride, altı saniye içinde kuyruğunu ikiye böleceğiz. Kırmızı lekeye dikkat edin! Biz söylemeden ateş etmeyin. Yoldan ayrılmayın, yoldan ayrılmayın!”

Sabah rüzgarında ileri doğru gittiler.

Eckels “tuhaf” diye mırıldandı. “altı milyon yıl sonra seçimler bitmiş olacak, Keith başkan oldu, herkes kutlama yapıyor. Ve biz burada altı milyon yıl yitirdik ve onlar hayatta değiller. Aylardır hatta ömür boyu düşündüğümüz şeyler daha dünyaya gelmediler ya da düşünülmeye başlamadılar.”

Travis “emniyet kilitlerini açın!” diye emretti. “Eckels ilk sen ateş ediyorsun, sonra Billings, sonra Kramer”
Eckels “ben kaplan, yaban öküzü, bufalo, fil avladım ama şimdi çocuk gibi korkuyorum” dedi.

Travis “ah” dedi.

Herkes durdu.

Travis elini kaldırdı. Adam “önümüzde” diye fısıldadı. “sislerin içinde, işte haşmetmaap oradalar”

Orman büyüktü ve cıvıltılar, hışırtılar, mırıltılar ve iç çekişleriyle doluydu.

Birden sanki birisi kapıyı kapatmış gibi tüm sesler kesildi.

Sessizlik.

Sislerin içinden, bir metre öteden Tayranozarus Rex geldi.

Eckels “bu” diye fısıldadı “bu....”

“Şştt!”

Kocaman, yağlı, esnek, uzun adımlar atan bacaklarla geldi. Ağaçların yarısının otuz metre yükseğindeydi, büyük, şeytani bir tanrı, pençelerini yağlı sürüngen vücuduna yakın tutuyordu, her bacağı kalın kas iplerin içine batmış, binlerce kiloluk beyaz kemiğin, korkunç bir savaşçının postu gibi parlak, pürtüklü bir deriyle kaplanmış bir pistondu. Her uyluğu tonlarca et, fildişi ve çelik yığınıydı. Ve vücudunun üst kısmının koca göğüs kafesinden, yılansı başını kıvırarak, insanları oyuncak gibi eline alıp, inceleyebilecek elleri olan iki hassas kol sarkıyordu. Ve başın bizzat kendisi tonlarca taştan yontulmuştu, kolayca gökyüzüne uzatıyordu. Ağzı aralanınca bıçaktan bir çite benzer dişleri gözüktü. Devekuşu yumurtasına benzeyen gözleri yuvarlandı, bu gözlerde açlıktan başka hiçbir ifade yoktu. Sırıtan bir ölü gibi ağzını kapattı. Koştu. Kalça kemikleri ağaçları ve çalıları eziyor, pençeli kuyruğu geçtiği her yere, nemli toprakları onbeş santim kadar kazarak iz bırakıyordu.

Onlarca tonluk vücuduna göre çok dengeli, bale adımlarıyla koştu. Güzel sürüngen elleri havayı hissederek, temkinlice güneşli bir alana geldi.

Eckels ağzını seğirterek “vay, vay! Boyu neredeyse Ay'a değecek!” dedi.

Travis öfkeyle “ Şşt! Henüz bizi görmedi” dedi.

Eckels ağzından çıkan söz sanki hiç tartışılamazmış gibi sessizce “ bu öldürülemez” dedi. Kanıtları tartmış, dikkate almıştı ve görüşü buydu. Elindeki tüfek ona su tabancası gibi geliyordu. “gelmekle aptallık ettik, bu imkansız”

Travis “kapa çeneni” diye tısladı.

“Kabus”

Travis “dön” dedi. “yavaşça makineye git, ücretinin yarısını iade ederiz”

Eckels “bu kadar büyük olacağını düşünmemiştim, yanlış yapmışım, hepsi bu ve şimdi gitmek istiyorum”

“Bizi gördü!”

“İşte göğsündeki kırmızı leke!”

Gaddar kertenkele kabardı, zırhlı derisi binlerce yeşil madeni para gibi parıldadı, bozuk paralar yapış yapış, çamur, mukoza gibi bir şeyle kaplıydı ve içindeki minik böcekler kıpraştıkça, tüm vücudu titreşip, dalgalanıyordu. Hayvanın kendisini hareket etmese bile öyleydi, soluk verdi, taze etin rüzgarı aşağıdaki yabaniliklere doğru esti.

Eckels “beni buradan götürün, daha önce başıma böylesi gelmemişti, hepsinde sağsalim döneceğimden emindim, iyi rehberlerim, iyi safarilerim ve güvenliğim vardı. Bu sefer hata yaptım, itiraf ediyorum bu sefer dengime çattım, bu benim için çok fazla”

Lesperance “Koşma, geri dön ve makineye saklan” dedi.

“evet” Eckels uyuşmuş gibiydi. Hareket ettirmek ister gibi ayaklarına baktı. Çaresizlikle homurdandı.

“Eckels!”

Adam birkaç adım attı,

“O taraftan değil”

Hayvan ilk olarak korkunç bir çığlık atarak saldırdı. Yüz metreyi altı saniyede geçti, tüfeklerin tetiği çekildi ve ateş edildi. Hayvanın ağzından çıkan pis kokulu sıvı ve kanlar adamların üstünü başını kapladı. Hayvan kükredi, dişleri güneşte parlıyordu.

Tüfekler tekrar ateş etti, ateş sesleri kertenkelenin çığlık ve gök gürültüsünde kayboldu. Sürüngenin kuyruğunun büyük düzeyi, sağı solu kırbaçlayarak, sallandı. Ağaçlar yaprak ve kütükler halinde patladı. Hayvan, adamları ikiye bölmek, üzüm gibi ezmek, dişlerinin arasına ve çığlık atan boğazına atmak için usta ellerini büktü. Taşa benzeyen gözleri adamlarla aynı hizadaydı. Adamlar hayvanın gözlerinin aynasında kendilerini gördüler. Metalimsi gözlere ve parlak, siyah irise ateş ettiler.

Taş bir put, dağdaki bir çığ gibi dinazor düştü.

Gökgürlemesi gibi gürleyerek ağaçları kavradı ve onları da yanında sürükledi. Metal patikayı bozup, yıktı. Adamlar geriye kaçtılar. Onlarca tonluk et ve taş vücut çarptı. Tüfekler ateş açtı. Hayvan zırhlı kuyruğunu salladı, yılanımsı çenesini seğirtti ve sessiz uzandı. Boğazından oluk oluk kan akıyordu. İçinde bir yerlerde bir çuval sıvı patlamıştı, insanı tiksindiren sıvı adamları sırılsıklam etti. Kıpkırmızı ve parlak olarak duruyorlardı.

Gökgürlemesi durdu.

Orman sessizdi. Çığdan sonra yemyeşil bir sükunet. Kabustan sonra sabah.

Billings ve Kramer yolun kenarına oturup kustular, Travis ve Lesperance tüfeklerinden duman çıkarken ayakta duruyorlar ve sürekli lanet okuyorlardı. Zaman Makinesinin içinde Eckels titriyordu. Yolu bulmuş ve makineye girmişti.

Travis yürüyerek geldi, Eckels'e göz attı metal bir kutudan bir gazlı bez alıp yolda oturan ötekilere de verdi.

“Temizlenin”

Adamlar başlıklarındaki kanı temizlediler, onlar da lanet okumaya başladılar. Hayvan etten bir tepe gibi yatıyordu. Hayvanın içindeki en uzak organların ölmesinin iç çekiş ve mırıltılarını duyabiliyordunuz, işi biten organlar, dalağından vs. akan sıvılar, hepsi son kez açılıp kapanıyorlardı, sanki devrilmiş bir lokomotif ya da bir ekskavatörün tüm vanaları açılmıştı. Kendi etinin tonlarca ağırlığıyla, dengesiz kalınca, kemikleri çatırdadı, güzelim kolları koptu, altında kaldı. Et titredi, sabitleşti.

Başka bir çatırdama sesi geldi. Başlarının üstünde devasa bir ağaç parçası koparak, ölmüş hayvanın üstüne düştü.

Lesperance, saatine baktı, “işte bu, tam vaktinde, hayvanın üzerine düşüp öldürecek olan ağaç buydu.” İki avcıya baktı. “ hatıra resmi çektirmek istiyor musunuz?”

“Ne?”

“Geleceğe bir anı götüremeyiz. Cesedin burada orijinal olarak öldüğü yerde kalması lazım, böylece böcekler, kuşlar, bakteriler olması gerektiği gibi onu yiyebilir. Her şeyin dengesi var. Ceset kalacak ama yanında resim çektirebilirsiniz.”

İki adam düşünmeye çalıştılar ama kafalarını sallayarak vazgeçtiler.

Kendilerini götürmesi için metal patikaya bıraktılar, Makine'nin yastıklarına uzandılar. Arkalarından yıkılmış hayvana, hareketsiz tepeye baktılar, şimdiden tuhaf sürüngen kuşlar, altın rengi böcekler kaynayan zırha üşüşmüşlerdi. Zaman Makinesinin döşemesindeki bir ses adamları gerdi, Eckels titreyerek oturdu.

En sonunda “Üzgünüm” dedi.

Travis “kalk ayağa!” diye bağırdı.

Eckels ayağa kalktı.

Travis “tek başına o yola git” diyerek tüfeğiyle nişan aldı.”sen Makineye binmiyorsun,seni burada bırakıyoruz!”

Lesperance Travis'in kolunu tuttu. “bekle..”

Travis adamın elini iterek “sen karışma!” dedi. “Bu salak yüzünden neredeyse geberiyorduk! Fakat hepsi bu değil. Ayakkabılarına bakın! Yoldan ayrılmış! Mahvolduk! Ceza alacağız! Binlerce dolarlık sigorta! Kimsenin yoldan ayrılmayacağını garanti etmiştik ama bu ayrılmış, ah Salak! Hükümete rapor etmem lazım! Seyahat ruhsatımızı iptal edebilirler. Zaman, tarihe ne yaptığını kim bilebilir?”

“Sakin ol, sadece biraz çamurlanmış”

Travis “Ne biliyoruz?” diye bağırdı. “Hiçbir şey bilmiyoruz! Hepsi muamma! Defol buradan Eckels!”

Eckels gömleğini karıştırdı “ben öderim, yüz bin doları öderim!”

Travis Eckels'in çek defterine bakıp tükürdü. “Çık dışarı, Hayvan yolun yanında, elini dirseğine kadar hayvanın ağzına sokacaksın, o zaman bizimle gelebilirsin”

“Bu çok saçma!”

“Hayvan öldü seni aptal! Mermiler! Mermileri geride bırakamayız. Onlar geçmişe ait değil. Her şeyi değiştirebilirler. İşte bıçağım, mermileri geri al.”

Orman tekrar canlanmıştı, yine kuş çığlıkları ve titremelerle doluydu. Eckels yavaşça kabusların ve korkuların tepesi olan ilkel çöplüğe döndü. Uzun bir süre sonra, bir uyurgezer gibi ayaklarını sürüye sürüye yola çıktı.

Beş dakika sonra, titreyerek geri döndü. Kolları dirseğine kadar kıpkırmızıydı. Ellerini açtı, ikisinde de bir sürü çelik mermi vardı. Sonra yere düştü. Düştüğü yere uzandı, kıpırdamadı.

Lesperance “ona bunu yapmak zorunda değildin” dedi.

“Yapmamalıydım? Bunu söylemek için erken.” Travis hareketsiz vücudu dürttü. “Yaşayacak. Bir daha böyle avcılık oyunları oynamayacak.” Baş parmağıyla Lesperance'a işaret etti “düğmeye bas da, eve gidelim”

1492, 1776, 1812

Ellerini, yüzlerini temizlediler. Islak gömlek ve pantolonlarını değiştirdiler. Eckels, tekrar kalktı, hiç konuşmadı. Travis, tam on dakika boyunca onun suratına baktı.

Eckels “bana bakıp durma, ben bir şey yapmadım”

“Kim bilebilir?”

“Sadece yoldan ayrıldım, ayakkabılarım azıcık çamurlandı, ne yapmamı istiyorsun? Diz çöküp dua mı edeyim?”

“Buna ihtiyacımız olabilir. Seni uyarıyorum Eckels, seni hala öldürebilirim, tüfeğim hazır”

“Ben masumum, ben bir şey yapmadım!”

1999, 2000, 2055

Makine durdu.

Travis “defol” dedi.

Oda yine oradaydı ama bıraktıkları gibi değildi. Aynı masanın arkasında aynı adam oturuyordu ama aynı adam aslında aynı adam değildi. Travis etrafa bakındı. “ her şey yolunda mı?”

“Yolunda, eve hoşgeldiniz!”

Travis sakinleşmemişti. Yüksek pencereden dışarı bakıyor görünüyordu.

“Pekala Eckels, çık dışarı, bir daha da gelme sakın” Eckels kımıldayamıyordu.

Travis “beni duymadın mı? Ne bakıp duruyorsun?” dedi.

Eckels havayı koklayarak ayakta duruyordu. Havada bir şeyler vardı, çok az, çok hafif, çok belirsiz kimyasal bir koku o kadar hafif ki ancak bilinçaltı duyumları onu bu konuda uyarıyordu. Duvardaki, mobilyalardaki, pencerenin dışındaki gökyüzündeki beyaz, gri, mavi, turuncu renkler şeydiler...şey...ve bir his vardı. Elleri, vücudu seğirdi. Bedeninin tüm hücreleri bu tuhaflığı seziyordu. Bir yerlerde, birisi ancak bir köpeğin duyabileceği ıslıklardan duyuyordu. Vücudu sessiz bir çığlık attı. Bu odanın ötesinde, bu duvarın ötesinde, bu adamın ki, aynı masa ve aynı adam değildi - ötesinde bir dünya, caddeler, insanlar vardı. Ne tür bir dünyaydı söylemesi zordu. Onların hareket ettiklerini hissedebiliyordu, duvarların ötesinde, rüzgarda sürüklenen bir sürü satranç taşı gibi...

Ama asıl önemlisi duvardaki tabelaydı, buraya ilk geldiğindeki aynı tabelaydı ama yazı değişmişti:

TAYM SAFARİ şrk.
GEÇMİŞTE HR YEEERE SAFARİ
SİZ HYVANIN ADINI SÖLEİN
BİZ SİZİ ORAYA GÖTÜRELİM
ONU VUURUN

Eckels kendini sandalyeye attı. Aptal aptal botlarındaki çamur tabakasına baktı, titreyerek bir çamur parçası aldı. “Hayır olamaz, bu kadar küçük bir şeyden olamaz, hayır!”

Çamurun içinde yeşil, altın sarısı ve siyah güzel, çok güzel ve ölmüş bir kelebek vardı.

Eckels “Bu kadar küçük bir şeyden olamaz! Bir kelebekten olamaz!” diye bağırdı.

Kelebek yere düştü. Egzotik, minicik bir şey dengeleri altüst edip, zamanın içindeki küçük domino taşlarını yerinden oynatıp, sonra daha büyük domino taşlarını oynatıp, sonra devasa domino taşlarını oynatabilirdi. Eckels'in zihni allakbullak oldu. İşleri değiştiremezdi. Bir kelebeği öldürmek bu kadar önemli olamaz! Olabilir mi?

Yüzü buz gibiydi, ağzı titriyordu. “Dün seçimleri kim kazandı?” diye sordu.

Masanın arkasındaki adam güldü. “Şaka mı yapıyorsun? Gayet iyi biliyorsun ki, Deutscher aldı! Başka kim alacak? Şu salak, sünepe Keith mi? Artık cesur, demir bilekli bir başkanımız var. “ Memur durdu. “Bir şey mi oldu?”

Eckels inledi. Dizlerinin bağı çözüldü, yere çöktü. Titreyen ellerle kelebeği aldı. Kendi kendine, memurlara, dünyaya, Makineye yalvararak “ Tekrar geri götüremez miyiz? Tekrar canlandıramaz mıyız? Olamaz mı? Yeniden başlatamaz mıyız?..”

Kımıldayamadı, gözleri kapalı bir halde titreyerek bekledi. Travis'in yüksek sesle nefes aldığını duydu, Travis'in tüfeğinin emniyet kilidini açtığını duydu ve Travis tüfeğini kaldırdı.

Gök gürlemesi gibi bir ses duyuldu.

Yazan: RAY BRADBURY - 1952
Çeviren: Müjde Dural

11 Haziran 2012 Pazartesi

GİTTİĞİMİZ YOLLAR - O'HENRY

'Sunset Ekspresi, Tucson'un 20 mil batısında su almak için su deposunun yanında durdu. Meşhur tren, lokomotifi için ilave suyun yanısıra, pek hayra olmayacak şeyler de aldı.
Ateşçi, hortumu aşağı uzatırken, Bob Tidball, 'köpekbalığı' lakaplı Dodson ve çeyrek Kızılderili melezi olan John Big Don denen adam lokomotife tırmanıp, makiniste ellerindeki namluları gösterdiler. Silahlarla yapabilecekleri makinisti o kadar etkiledi ki, ellerini yukarı kaldırıp " amanın!" diye bağırdı.
Saldırganların elebaşı olan Dodson'un emriyle, makinist trenden atlayıp, yolcu vagonuyla lokomotifi birbirinden ayırdı. Sonra John Big Don, kömürlerin üzerine tüneyip, çevik bir şekilde iki silahı makinist ve ateşçiye doğrulttu ve lokomotifi 50 kilometre ileri götürüp orada emirleri beklemelerini söyledi.
Shark Dodson ve Bob Tidball, yolcular gibi değersiz mineralleri öğütmeye tenezzül etmeyip, trenin zengin kasasına saldırdılar, postacı sakin sakin trende sudan başka değerli hiçbir şey olmadığını söylese de, Bob altı patlarının kabzasını postacının kafasına vurarak bu fikri adamın kafasından attı, Köpekbalığı Dodson ise çoktan kasaya dinamitleri tıkıştırmıştı.
Kasadan 30.000 dolarlık altın ve para döküldü, yolcular patlama ve toz bulutunu görmek için camlara üşüştüler, kondöktör imdat frenini çekti ama kol gevşemişti ve adama itaat etmiyordu. Dodson ve Bob Tirball kot çantadaki ganimetle trenden atladılar ve yüksek ökçeli çizmeleriyle şaşkın şaşkın lokomotife doğru koştular.
Somurtkan ama akıllı makinist emirlere göre lokomotifi çalıştırdı ve ana trenden uzaklaştı. Fakat uzaklaşmadan önce Bob'un bayıltarak ikna ettiği postacı kendine geldi ve Winchester tüfeğiyle vagondan atlayarak bu oyuna dahil oldu. Kömürlerin üzerinde oturan Bay John Big Dog, yanlış hedefe ateş edince, postacının oyununa geldi, kızılderili dolandırıcı kürek kemiklerinin ortasında bir kurşunla yere yuvarlandı ve yardakçılarının ganimetten alacağı payı her birine altıda bir olarak çoğalttı.
Su deposunun on km. ilerisinde makiniste durması söylendi.
Soyguncular küstahca el salladılar ve hızla demir yolu boyunca dizilen büyük ağaçların arasındaki dik yokuşa tırmanmaya başladılar, ağaçlara bağlanmış üç atın beklediği açık bir koruya vardılar. Atlardan biri , bir daha ne gündüz, ne de gece ata binemeyecek olan kızılderiliyi bekliyordu, soyguncular bu atın eğerini, heybesini alıp serbest bıraktılar. Çantayı eğere koyarak diğer atlara binip hızla yola koyuldular, ormandan ıssız bir vadiye geldiler. Burada Bob Tidbal'ı taşıyan at yosuna basıp kayarak ön ayağını kırdı. Atı hemen başından vurdular ve kaçış planı yapmak için oturdular. Aldıkları dolambaçlı yol sayesinde şimdilik güvendeydiler, zaman çok büyük bir sorun değildi. Takibe çıkacak en hızlı adamlar için bile mesafeyi epey aşmışlardı. Dodson'un atı eğeri üzerinden çıkartılmış ve üzengisi serbest halde, vadi boyundaki dere kenarında memnunlukla otluyordu. Bob Tidball heybeyi açtı ve avuç avuç paralarla, bir torba altını çıkartıp çocuk gibi kıkırdadı.
Keyifle Dodson'a “ sen var ya sen, ne yaman haydutsun, yaparız demiştin, Arizona'da soyamayacağın kimse olmaz senin!”
“ Sana at nerden bulacağız Bob? Burada fazla kalamayız, gün doğmadan peşimize düşerler”
“ Ah sanırım bir süre senin at ikimizi birden taşıyacak, karşımıza çıkan ilk atı alırız, valla iyi iş becerdik değil mi? Paraların üzerindeki işarete bakarsak 30.000 dolar var, adam başı 15.000 Dolar!”
Dodson çizmesinin burnuyla tomarları hafifçe itelerken, “umduğumdan daha az” dedi ve yorgun atının terli sırtına baktı.
Yavaşça “ Yaşlı Bolivar, bayağı yoruldu keşke senin at ayağını kırmasaydı”
Bob canı gönülden “Keşke” dedi. “ Ama yapacak bir şey yok, Bolivar güçlü bir attır bizi dağlara kadar götürebilir, baksana senin gibi doğulu birinin biz batılılara soygun işini öğrettiğini düşününce gülmeden edemiyorum. Sen doğunun neresindensin?”
Bir taşın üzerine oturmuş ve ağaç sürgünü çiğneyen Dodson, “New York” dedi. “Ulster'de bir çiftlikte doğdum, onyedisinde evden kaçtım, aslında batıya gelişim tesadüfen oldu, giysilerimi bir çıkına tıkmış New York'a yola koyulmuştum, oraya gidip para kazanacaktım, hep yapacağımı hissediyordum, bir akşam bir yol ağzına geldim, ne yöne gideceğimi bilmiyordum, yarım saat düşündüm sonunda sola saptım, o gece küçük kasabaları dolaşan bir Vahşi Batı kumpanya grubuna rastladım ve batıda kaldım. Öteki yola sapsaydım ne olurdu diye hep merak ederim”
Bob bilgece ve keyifle “Ah sanırım farklı olmazdı, gittiğimiz yolların önemi yok, içimizdeki yolun bizi nereye götüreceği önemli”
Köpek Balığı Dodson ayağa kalkıp, bir ağaca yaslandı.
“Senin atın ayağı kırılmasaydı daha iyi olacaktı”
“Aynen, çok iyi bir attı ama Bolivar da bizi götürebilir. Baksana yola koyulsak iyi olur diyorum, ne dersin? Atı eğerliyorum daha yükseğe tırmanmalıyız”
Bob Tidball ganimeti tekrar heybenin içine koyup, ağzını sıkıca iple bağladı. Kafasını kaldırdığında gördüğü ilk şey Dodson'un 45'liğinin namlusunun ağzı oldu.
Bob sırıtarak “şakanın sırası değil, lafa dalacağız ” dedi.
“ Lafa dalmayacaksın Bob, bunu söylemekten nefret ediyorum Bob ama sadece birimizin şansı var, Bolivar çok yorgun ikimizi birden taşıyamaz”
Bob yavaşça “Senle ben üç yıllık arkadaşız, birlikte kaç kez ölümden döndük, sana hep elimi uzattım ve seni erkek sanmıştım, senin hakkında bir, iki kişiyi tuhaf şekilde öldürdü demişlerdi ama ben inanmamıştım, bak eğer şaka yapıyorsan lütfen silahını indir ve hemen Bolivar'a binip gidelim, ateş edeceksen de et seni çiyanoğlu çiyan”
Dodson'un yüzünde üzgün bir ifade vardı, “ atının ayağı kırıldığı için ne kadar üzüldüm bilemezsin” dedi.
Dodson'un yüzündeki ifade bir anda soğuk, gaddarlıkla karışık çetin bir vahşete dönüştü. O anda itibarlı bir iş yerinin penceresinden bakan şeytan ruhlu biriydi.
Bob Tiball gerçekten de bir daha lafa dalmayacaktı. Sahte dostunun ölümcül 45'liği öyle bir patladı ki, vadi yankılandı ve her şeyden bihaber yardakçı olan Bolivar, Sunset Ekspresi'nin kalan tek soyguncusunu iki kişi taşıma zahmetinden kurtararak hızla yola koyuldu.
Fakat 'köpekbalığı' Dodson dörtnala kaçarken, ağaçlar gözünün önünden yavaşça kayboldu; sağ elindeki tabanca maun bir koltuğun koluna dönüştü; altındaki eğer tuhaf bir şekilde koltuk oldu ve gözlerini açtı ve ayaklarına baktı, üzengide değildi, meşe masanın kenarına yaslamış dinleniyordu.

Diyorum ki, Dodson&Decker firmasından Dodson, şu Wall Street borsacısı, gözlerini açtı. Sadık kahyası Peabody, masanın yanında ayakta durmuş, konuşup konuşmamakta tereddüt ediyordu. Aşağıda çark sesleri ve elektrikli vantilatörün uyku getiren vızıltısı geliyordu.
Dodson gözünü kırparak “ehem, uyuya kalmışım Peabody, çok tuhaf bir rüya gördüm, ne vardı?” dedi.
“ Efendim Tracy&Williams'ın sahibi Bay Williams dışarıda bekliyor. X.Y.Z işiyle ilgili konuşmak için gelmiş. Hisselerini satmak istiyordu hatırlarsanız.”
“Evet hatırladım, bugün X Y Z hisseleri ne durumda?”
“ Yüz seksen beş efendim”
“ O halde fiyat bu”
Peabody oldukça asabi bir şekilde “ lafa karıştığım için özür dilerim efendim, Williams'la konuşuyordum sizin eski dostunuz bay Dodson ve sizin de pratikte XYZ'de kontrolünüz var, size hisseleri 98'e sattığını hatırlamamış olabilirsiniz diye düşündüm, eğer pazar fiyatına satarsa sahip olduğu her şeyi kaybedecek, evini bile”
Dodson'un yüzündeki ifade bir anda soğuk gaddarlıkla karışık çetin bir vahşete dönüştü. O anda itibarlı bir iş yerinin penceresinden bakan şeytan ruhlu biriydi.
“ Yüz seksen beşe razı olacak, Bolivar ikimizi birden taşıyamaz”
YAZAN: O'HENRY
Çeviri: Müjde Dural