ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

12 Mart 2012 Pazartesi

KIRDA BİR GÜN - ÇEHOV


Sabahın sekizi ile dokuzu arasında.
Koyu, kurşuni bir bulut yığını güneşe doğru gökyüzünde yükseliyordu, şimşeklerin kırmızı zigzagları orayı, burayı aydınlatıyordu, uzaklardan gökgürültüsünün sesi geliyordu, ılık bir rüzgar çimenlerin üzerinde dans ediyor, ağaçlara dolanıp, toz toprağa karışıyordu, bir saniye içinde Mayıs yağmuru başlayacak ve tam bir fırtına kopacaktı.
Altı yaşındaki küçük dilenci kız Fyorka, eskici Terenty’yi bulmak için köye doğru koşuyordu. Platin rengi saçlı, soluk yüzlü kızın ayakları çıplaktı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı, dudakları titriyordu.

Rastladığı herkese “amca Terenty nerede?” diye sordu. Kimse cevap vermedi. Hepsi yaklaşan fırtınayla meşguldü ve kulübelerine girmek için acele ediyorlardı. Sonunda Terenty’nin can dostu, kilise zangoçu Sitanty Siliç’e rastladı, rüzgarda savrularak yürüyordu.
“Terenty nerede amca?”
Silanty “ mutfak bahçesinde” dedi.
Dilenci kız kulübelerin arkasındaki mutfak bahçelerine koştu, uzun boylu, zayıf, çiçek bozuğu yüzlü, çıplak ayaklı ve üzerinde eski püskü bir kadın cekediyle, Terenity sebze tarlasındaydı, mahmur ve sarhoş gözlerle koyu bulutlara bakıyordu. Değnek gibi uzun bacaklarıyla rüzgarda sallanıyordu.
Beyaz kafalı dilenci kız “ Terenty amca! aşkım!” diye adama seslendi.
Terenty Fyolka’yı görünce diz çöktü, suratsız, ayyaş yüzü, küçük, aptalca, saçma ama sıcacık, sevimli bir şey gördüklerindeki gibi kocaman bir gülümsemeyle aydınlandı.
Peltek peltek ama şefkatle sordu “Ah, Allah’ın kulu Fyolka, nereden çıktın?”
Fyolka, eskicinin ceketine asılarak, ağlayarak “ Danilka abi kaza geçirdi, gel çabuk!” dedi.
“Nasıl bir kaza? Of, gök nasıl da gürlüyor! Tanrı’m, tanrı’m, ne tür bir kaza?”
“Kont’un korusunda Danilka elini bir ağaç kovuğuna sıkıştırdı, şimdi çıkartamıyor, gel amca, onun elini kovuktan çıkartma iyiliğini göster.”
“Ne demeye elini kovuğa soktu? Niye?”
“ Guguk kuşunun yumurtasını bana vermek için”
“ Gün henüz başladı ve şimdiden başını belaya soktun” Terenty başını salladı ve mahsus tükürdü “ Şeyy, şimdi seninle ne yapsam? Gitmem gerek….gitmeliyim, hay kurtar yiyesice yaramaz çocuk! Gel bakalım küçük öksüz!”
Mutfak bahçesinden çıkan Terenty, uzun bacaklarını kaldırarak köy yoluna saptı, durmadan, etrafına bakmadan, sanki arkasından biri dürtüyor ya da takip edilmekten korkar gibi hızlı hızlı yürüyordu.
Köyün dışına çıktılar ve uzaklarda koyu mavilikler içindeki kontun korusuna çıkan toz, toprak yolu döndüler. Yaklaşık bir buçuk mil kadardı. O sırada güneş buluta girmişti ve az sonra gökyüzünde tek bir mavi kısım bile kalmadı, karanlık basıyordu.
Fyolka Terenty’nin ardından “tanrım, tanrım” diye fısıldıyordu. İlk yağmur damlaları, tozlu yola kocaman ve siyah siyah düştüler, kocaman bir yağmur damlası da Fyolka’nın yanağına düştü ve sanki göz yaşı gibi oradan da çenesine aktı.
Sıska, çıplak ayağıyla tozları tekmeleyen eskici, “yağmur başladı” diye mırıldandı. “ Bu iyi Fyolka, bizim ekmekle doyduğumuz gibi, otlar ve ağaçlar da yağmurla beslenir. Ve gök gürültüsüne gelince, korkma küçük öksüz, niye senin gibi minik birisini öldürsün?”
Yağmur başlar başlamaz, rüzgar dindi. Duyulan tek ses taze çavdarların ve yolun üzerine düşen yağmur taneleriydi.
Terenty “iliklerimize kadar ıslanacağız Fyolka” diye mırıldandı. “ Üzerimizde kuru bir nokta bile kalmayacak, ho, ho yağmur ensemden aşağı akıyor kızım ama korkma, aptalca…otlaklar yine kuruyacak, yeryüzü yine kuruyacak ve biz de yine kuruyacağız. Aynı güneş hepimiz için var.
Tam tepelerinde, 45 metre kadar yüksekte, bir şimşek çakıp ortalığı aydınlattı, gök gürledi, Fyolka’ya gökyüzünde kocaman, yuvarlak bir şey tam başının üzerinde yuvarlanıp, göğü yarıyormuş gibi geldi,
Terenty, haç çıkartarak “Tanrım, tanrım tanrım,” dedi. “Korkma küçük öksüz, kötülüğünden gürlemiyor!”
Terenty’nin ve Fyolka’nın ayakları ıslak çamurla kaplanmıştı, toprak kaygandı ve yürümesi zordu ama Terenty daha daha hızlı yürüyordu, cılız, küçük dilenci kız nefes nefese kalmıştı ve neredeyse duracaktı.
Fakat sonunda kontun korusuna girdiler. Bir rüzgarla sırılsıklam ağaçlardan üzerlerine duş gibi yağmur yağdı, Terenty afalladı ve hızını kesti.
“Danilka nerelerde? Beni ona götür” diye sordu.
Fyolka onu fundalığa götürdü, ve çeyrek mil kadar gittikten sonra Danilka’yı gösterdi. Erkek kardeşi sekiz yaşlarında, kızıl saçlı, soluk benizliydi ve bir ağaca yaslanmıştı, başı bir yana eğilmiş, gökyüzüne bakıyordu, bir eliyle eski kasketini tutuyordu, diğer eli yaşlı bir ıhlamur ağacının içine saklanmıştı. Oğlan fırtınalı göğe bakıyor ve kendi derdini unutmuş görünüyordu. Ayak seslerini işitip, eskiciyi görünce hafifçe gülümsedi ve
“ Korkunç gökgürlüyor Terenty, hayatımda hiç bu kadar çok gökgürlememişti”
“ Ya elin nerede?”
“ Kovuğun içinde, lütfen kolumu dışarı çıkart Terenty…”
Ağaç kovuğun kenarında kırılmış ve Danilka’nın elini kapan gibi kıstırmıştı, elini ileri uzatabiliyor ama kovuktan çıkartamıyordu, Terenty ağacı koparttı ve çocuğun kızarmış, çürümüş elini serbest kaldı.
Oğlan elini ovalarken “ nasıl da gürlüyor çok korkunç” dedi. “Terenty gök neden gürülder?”
Eskici “ Bir bulut diğerine çarpar” diye yanıtladı. Grup korudan çıktı ve yol kenarından yürüyerek karanlık yola saptı. Gök gürültüleri yavaş yavaş azaldı ve köyün ötesinden, uzaktan gelmeye başladı.
Hala elini ovuşturan Danilka “ geçen gün ördekler buraya geldiler Terenty” dedi. Gniliya Zaimishtcha’ daki bataklıklara yuva yapacaklar galiba, Fyolka sana bir bülbül yuvası göstermemi ister misin?”
Kasketini sıkarak suyunu çıkartan Terenty “ dokunma, onları rahatsız edersin” dedi. “ Bülbül günahsız, şakıyan bir kuştur. Sesi tanrı’yı övmesi ve insanların yüreğine su serpmesi için ona verilmiştir. Onu rahatsız etmek günahtır”
“ Ya serçeler?”
“ Serçenin önemi yok, kötü, hain bir kuştur. Yankesiciye benzer, insanların mutlu olmasından hoşlanmaz, İsa çarmıha gerildiğinde Yahudilere çivileri bir serçe getirmiş ve “ Canlı! Canlı!” diye bağırmıştı.
Gökyüzünde mavi berrak bir yer açıldı.
Terenty “Bakın!” dedi. “ Yağmur bir karınca yuvasını ortaya çıkarmış! Yuvalarını sel basmış! Yaramazlar!”
Karınca yuvasına bakmak için eğildiler, sağanak yuvayı yok etmişti, böcekler öfkeyle boğulmuş arkadaşlarını sürükleyerek oradan oraya koşuşuyorlardı,
Terenty sırıtarak “ bu kadar telaşa gerek yok, ölmezsiniz! Güneş ortalığı ısıtır ısıtmaz yine kendinize gelirsiniz…bu size ders olsun, aptallar, bir daha yuvanızı yumuşak toprağa yapmayın”
Yürümeye devam ettiler.
Fyorka, genç bir meşe ağacını göstererek “ah, burada da arılar!” dedi.
Islanmış ve üşümüş arılar hep birlikte ağacın kütüğüne kondular. O kadar çoktular ki, ne yapraklar ne de ağacın kabukları gözüküyordu. Çoğu birbirinin üzerine konmuştu.
Terenty çocukları bilgilendirerek “bu bir arı sürüsü” dedi. “Bir kovan bulmak için uçuyorlar, üzerlerine yağmur yağınca konmuşlar, eğer bir arı uçuyorsa onun konmasını sağlamak için üzerlerine su püskürtmek yeter, şimdi diyelim ki, arıları kovandan çıkartmak istiyorsunuz, ağacın dalını eğip ve çuval tutup, sallarsınız hepsi içine girerler.
Birdenbire küçük Fyolka, kaşlarını çatıp, ensesini kuvvetle ovdu, kardeşi ona baktı kızın ensesinde kocaman bir kabarıklık vardı.
Eskici “ha, ha” diye güldü. Bu neden oldu biliyor musun Fyolka, ormandaki bazı ağaçların üzerinde kuduz sinekleri vardır. Yağmur onları şaşırtmış ve bir damla senin ensene düşmüş, işte kabartıyı o yaptı.
Güneş bulutların arasından çıktı ve ormanı, ağaçları ve üç ahbabı sıcak ışığıyla ısıttı. Koyu, kötü bulut uzaklara gitmiş ve fırtınayı da beraberinde götürmüştü. Hava sıcak ve hoş kokuyordu. Havada böğürtlen, leylak ve tatlı kır çiçekleri kokusu vardı.
Pamuğa benzer bir çiçeği gösteren Terenty “ burnunuz kanayınca bu bitki verilir” dedi.” İyileştirir”
Bir ıslık ve gümbürtü duydular ama bu fırtınanın gürültüsü değildi. Terenty, Danilka ve Fyorka’nın önünden bir yük treni geçiyordu. Lokomotiften siyah dumanlar çıkıyordu ve arkasında yirmi vagonu sürüklüyordu, gücü muazzamdı, çocuklar atların yardımı olmadan cansız bir makinenin nasıl böyle bu kadar ağırlığı götürdüğünü merak ettiler, Terenty bunu açıklama işini üstlendi.
“Çocuklar hepsini buhar yapıyor…hepsini buhar çalıştırıyor, tekerleklerin yanındaki şu şeyi hareket ettiriyor..görüyorsunuz…işe yarıyor”
Rayların üzerinden geçtiler, yoldan aşağıya inip, nehre doğru yürüdüler. Yürürken yanlarında bir şey yoktu ama hep konuşuyorlardı. Danilka sorular soruyor, Terenty cevaplıyordu. Terenty onun tüm sorularını yanıtlıyordu ve tabiatta onu şaşırtan hiçbir sır yoktu. Her şeyi biliyordu, mesela bütün yaban çiçeklerinin, hayvanların ve taşların isimlerini biliyordu, hangi bitkilerin hastalıkları iyileştirdiğini biliyordu, bir atın veya ineğin yaşını söylemekte zorluk çekmiyordu, güneşin batışına, Ay’a veya kuşlara bakıp, ertesi gün havanın nasıl olacağını söyleyebiliyordu. Ve gerçekten de böyle bilgili olan sadece Terenty değildi, Silanty Silitch, hancı, bahçevan, çoban ve genel olarak söylersek tüm köylüler onun kadar biliyorlardı. Bu insanlar kitaplardan değil, ormandan, tarlalardan, nehir kıyısından öğrenmişlerdi, öğretmenleri onlara şarkı söyleyen kuşların kendisiydi ve giderken arkasında bir kızıllık bırakan güneş, ağaçlar ve yabani bitkilerdi.
Danilka Terenty’ye bakıyor ve tutkuyla söylediği her şeyi adeta yutuyordu. Baharda, insan sıcaktan ve yeşil tarlaların monotonluğundan sıkılmadan önce, her şey taze ve mis kokuluyken, kim altın sarısı mayıs böceklerinden, turna kuşlarından, gürüldeyen nehirlerden ve insanın kulağına kadar uzanan mısırları duymak istemez?
İkisi, eskici ve öksüz, tarlalar boyunca durmadan konuşarak yürüdüler ve hiç yorulmadılar. Dünyayı sonsuz derecede merak ediyorlardı, yürüdüler ve yeryüzünün güzelliklerini konuşurken, arkalarından gelen küçük, zayıf dilenci kızın sendelediğini fark etmediler. Nefes nefese kalmıştı ve geri kalıyordu, gözlerinde yaşlar vardı, bu yorulmak bilmez gezinleri susturabilse çok memnun olacaktı ama nereye ve kime gidecekti? Evi yoktu, kimsesi yoktu, sevse de sevmese de yürümeli ve onların konuşmalarını dinlemek zorundaydı.
Öğleye doğru üçü de nehir kenarında oturdular, Danilka heybesinden ıslanmış, püre olmuş bir parça ekmek çıkarttı, ekmeği yediler. Terenty ekmeği yerken dua etti, sonra kumlu toprağa uzanıp, uykuya daldı. O uyurken oğlan merakla nehre bakıyordu. Düşünecek pek çok şeyi vardı. Fırtınayı, arıları, karıncaları ve treni az önce görmüştü, şimdi de gözlerinin önünde balıklar sıçrıyordu. Bazıları beş santim veya daha da büyüktü, diğerleri bir çividen insanın tırnağından büyük değildi. Bir yılan başı suyun üzerinde nehrin karşısına geçiyordu.
Gezginlerimiz ancak akşama doğru köye döndüler. Çocuklar geceyi geçirmek için vaktiyle mısır depolanan terkedilmiş bir ambara girerlerken, Terenty onlardan ayrılıp meyhaneye gitti. Çocuklar birbirlerine sokulup, samanların üzerinde uyuklamaya başladılar.
Oğlan uyumuyordu, karanlığa bakıyor ve sanki gündüz gördüğü her şeyi orada görüyordu, fırtına bulutları, parlak güneş, kuşlar, balık, uzun boylu Terenty, yorgunluk ve açlıkla birlikte bu gördükleri izlenimlerin sayısı onun için fazlaydı, ateş gibi yanıyordu ve oradan oraya dönüyordu, karanlıkta gördüğü ve ruhunu altüst eden tüm bu şeyleri birisine anlatmak istiyordu ama anlatacak kimse yoktu. Fyolka çok küçüktü, anlayamazdı.
Oğlan “yarın Terenty’e anlatırım” diye düşündü.
Çocuklar evsiz dilenciyi düşünerek uyudular ve gece olduğunda Terenty çocukların yanına geldi, onların üzerinde haç çıkardı, başlarının altına ekmek koydu. Kimse onun sevgisini görmedi. Bunu sadece gök yüzünde dolaşırken, terkedilmiş samanlığın duvarındaki deliklerden içerleri gözetleyen Ay gördü.

Yazan: ANTON ÇEHOV
Çeviren: Müjde Dural

ŞAMPANYA - ÇEHOV

Hikayemin başladığı yılda, güneydoğudaki demiryollarındaki küçük bir istasyonda çalışıyordum. İstasyondaki hayatımın sıkıcı mı neşeli mi olduğunu şuradan çıkartabilirsiniz: 15 millik alanda tek insan yoktu. Ne bir kadın, ne doğrudürüst bir meyhane,. Ve o günlerde genç, güçlü, ateşli, çılgın ve aptaldım. Biraz değişiklik olarak yapabileceğim tek şey pencereden geçen trenleri izlemek ve Yahudilerin bıraktığı votkaydı. Bazen bir vagonun penceresinden bir kadın yüzü görürdüm ve insan tren gözden kaybolana kadar ardından nefes almadan bir heykel gibi bakakalırdı. 

Ya da geçen zamanı fark edemeyecek kadar sarhoş olana kadar votka içerdi. Kuzeyli biri olarak bana gelince, bozkırlar bir Tatar mezarlığı etkisi yapardı. Yazları, çekirgelerin monoton sesleri, sakinliği, kimsenin kaçamayacağı şeffaf ay ışığı beni melankoliye sürüklerdi ve kışları da steplerin kusursuz beyazlığı, soğuk uzaklar, uzun geceler ve uluyan kurtlarla üzerime kabus gibi çökerdi. İstasyonda yaşayan birkaç kişi vardı, karım ve ben, sağır ve sıraca hastası bir telgraf memuru ve üç de bekçi. Yardımcım tedavi için şehre gider ve her seferinde bir ay kalırdı, işleri bana bırakırdı. Maaşını çekmeme de izin verirdi. Çocuğum yoktu, misafirleri cezp edecek pastamız yoktu ve sadece diğer memurları ziyaretine giderdim ve ayda birden daha sık olmazdı.
Karımla Yeni Yıl gününü geçirdiğimizi hatırlıyorum. Masaya oturduk, tembel tembel konuştuk, yan odadan telgraf memurunun alete monoton tıklamalarını duyuyorduk. Zaten beş kadeh votka içmiştim, ağrıyan başımı elimin üzerine koymuştum, hiç kaçışımın olmadığı bu büyük cansıkıntısını düşünüyordum. Karım yanımda oturuyor ve gözlerini benden ayırmıyordu. Bana hiçbir kadının bakmayacağı şekilde, bu dünyada yakışıklı kocasından başka hiçbir şeyi olmayan bir kadın gibi bakıyordu. Beni deli gibi seviyordu, sadece gözlerim veya ruhum için değil, günahlarımla, sıkıcılığımla, kötü huylarımla ve sarhoşken ona bağırarak işkence etmeme sebep olan zalimliğimle de seviyordu.
Beni tüketen can sıkıntısına rağmen, müstesna bayramıyla Yeni Yıl’a hazırlanıyorduk ve biraz sabırsızca gece yarısını bekliyorduk. Gerçek şu ki, iki şişe gerçek şampanya saklamıştık: Veuve Clicquot. Geçen sonbaharda istasyon şefi D ile bir vaftizde içerken girdiğim bir bahiste kazanmıştım. Matematik dersindeyken bazen olur, hani ortam sıkıcıdır ve sınıfa bir kelebek girer, oğlanlar başlarını kaldırırlar ve daha önce ömürlerinde hiç kelebek görmemiş yepyeni, tuhaf bir şeymiş gibi onu izlemeye başlarlar. Bu sıradan şampanya da aynen öyle kasvetli istasyonumuzu değiştiriyordu. Sessizce oturup, bir saate, bir şişeye bakıyorduk.
Saat onikiye beş kalayı gösterdiğinde, yavaşça şişenin mantarını açmaya koyuldum. Votkadan mı etkilendim yoksa şişe ıslak mıydı hatırlamıyorum ama tek hatırladığım tıpa pat diyerek tavana fırladığında, şişe ellerimden kaydı ve yere düştü. Şişeyi yakalamayı becerdiğimden bir kadehten fazla şarap dökülmemişti ve ben başparmağımı şişenin köpüklü ağzına bastırdım.
İki kadehi doldururken “Yeni yıl sana mutluluklar getirsin, iç” dedim.
Karım kadehi aldı ve korkulu gözlerini bana dikti, yüzü bembeyazdı ve dehşet içindeydi.
“Şişeyi düşürdün mü?” diye sordu.
Evet ne olmuş?
Bu uğursuzluk işareti dedi kadehini koydu, hala bembeyazdı. Bu kötü kehanettir, bu yıl başımıza kötü bir şey gelecek.
“Ne kadar aptalsın” diye iç geçirdim, “ Sen akıllı bir kadınsın buna rağmen yaşlı rahibeler gibi saçmasapan konuşuyorsun, iç” dedim.
“İnşallah saçma olur ama kesinlikle bir şey olacak, bekle”
Kadehinden bir yudum bile almadı, gitti ve düşüncelere daldı. Ben batıl inançlar hakkında birkaç şey söyledim, şişenin yarısına kadar içtim, odada bir aşağı, bir yukarı gezindim ve sonra dışarı çıktım.
Dışarıda acımasız, buz gibi bir soğuk vardı. İstasyonun tam tepesinde ay ve birkaç bulut kümesi duruyordu, zamkla yapışmış gibi hareketsiz ve sanki bir şey bekliyordular. Bulutların arkasından ince, saydam bir ışık çıktı ve sanki mütevaziliğini bozmaktan korkar gibi, yavaşça bembeyaz toprağa dokundu, her şey sessizdi.
Demiryolu boyunca yürüdüm.
Parlak yıldızlarla dolu göğe bakarak aptal kadın diye düşündüm, bazen uğursuzlukların çıksa da bizim başımıza ne gelebilir ki! Zaten talihsizlikler başımızda, başımıza bundan daha kötü ne gelebilir? Yakalanmış, kızartılmış ve sosla servis yapılmış bir balığa daha fazla nasıl bir zarar verilebilir ki?
Karanlıkta beyazlara bürünmüş kavak ağacı kefene sarılı bir dev gibiydi. Benim gibi yalnızlığının farkındaymış gibi somurtkan ve kederli şekilde bana baktı. Uzun süre ayakta ağaca baktım.
Gençliğim işe yaramaz bir sigara izmariti gibi yere atılmıştı, düşüncelere daldım..küçük bir çocukken ailem ölmüştü, okuldan atılmıştım, asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştim ama ne tahsil yapabildim ne de büyütüldüm. Basit bir tamirciden fazla bilgim yoktu. Ne akrabam, ne dostlarım, ne de sığınacak bir yerim, ne de sevdiğim bir işim vardı. Gücümün doruğundaydım ama hiçbir işe yaramıyordum ancak bu küçük tren istasyonuna tıkılıp kalmıştım. Hayatımda başarısızlık ve dertten başka hiçbir şey yoktu, daha beter ne olabilirdi?
Uzakta kırmızı ışıklar gözüktü, bana doğru bir tren geliyordu. Uyuyan stepler trenin sesini dinliyorlardı. Düşüncelerim o kadar acıydı ki, yüksek sesle düşünüyormuşum gibi geldi bana. Ve telgraf tellerinin iniltileriyle, trenin gümbürtüsü benim düşüncelerimi yansıtıyorlardı.
Daha beter ne olabilir? Karımı kaybetmek mi? Diye merak ettim. Bu bile çok korkunç değildi, Tanrı’nın bildiğini kuldan ne saklayacaktım, karımı sevmiyordum, perişan bir oğlanken onunla evlenmiştim şimdi genç ve güçlüydüm. Karımsa yaşlandı, aptallaştı, tepeden tırnağa kadar geri kafalı fikirlerle dolu, vıcık vıcık aşkında, cazip olmayan gözlerinde, boş göğsünün ne çekiciliği var? Ona katlanıyorum ama sevmiyorum. Ne olabilir ki? Gençliğim boşa gitti, kadınlar kayan yıldızlar gibi tren vagonlarının pencerelerinde kayıp gidiyor, aşkı tatmadım, erkekliğim, cesaretim, duygularım harap oluyor, her şey kir gibi elimden kayıp gidiyor ve zenginliğim desem meteliksizim.
Tren gümbürtüyle yanımdan geçti ve kırmızı ışıkları ilgisizce üzerime geldi. Yeşil ışık yanınca istasyonda bir dakikalığına durup yine kalktığını gördüm. Bir buçuk mil kadar yürüdükten sonra yine eve döndüm. Hala melankolik duygular içindeydim, düşüncelerimi daha karamsar, daha melankolik yaptığı halde, acı verse de hatırlıyordum. Bilirsiniz boş ve fazla zeki olmayan insanlar perişanlıklarından, sefaletlerinden hoşnut oldukları, keyif aldıkları anlar vardır. Düşüdüğüm şeylerde büyük bir doğruluk payı vardı, fakat aynı zamanda saçmalık ve kibir de vardı. Ve sorduğum soru çocukçaydı “daha kötü ne olabilir?”
Kendi kendime “daha fazla ne başıma gelebilir? Her şeye katlandım, hastalandım, para kaybettim, her gün amirlerimden azar işittim, aç kaldım, hakarete maruz kaldım, küçük düşürüldüm, istasyona kurt saldırdı, başka zamanlarda da ben başkalarına hakaret ettim. Suç işlemedim, bu doğru suç işleyecek yapıda olduğumu zannetmiyorum.
İki küçük bulut ayın yanından uzaklaştı ve sanki ayın bilmesi gereken bir şey hakkında aralarında fısıldaşmaya başladılar. Steplerden esen hafif rüzgar trenin gümbürtüsünü getiriyordu.
Karım beni kapıda karşıladı. Gözleri neşeyle gülüyordu ve tüm yüzü iyilikle parlıyordu.
“Sana iyi haberlerim var” diye fısıldadı. “odana git yeni ceketini giy, bir misafirimiz var”.
“Ne misafiri?”
“Natalya Petrovna hala az önce trenden indi”
“Ne Natalya Petrovna mı?”
“Amcam Semyon Fiyodoriç’in karısı, sen tanımazsın ama çok iyi bir kadındır”
Sanırım kaşlarımı kaldırdım, çünkü karım kederli bir şekilde baktı ve hızlı hızlı fısıldadı:
“ Gelmesi tuhaf tabii ki, ama kızma Nikolay, ona kötü davranma, biliyorsun çok mutsuz, amcam çok kötü huylu ve despottur, onunla yaşamak zordur bizimle sadece üç gün kalacağını söyledi, erkek kardeşinden mektup gelene kadar kalacak”
Karım despot amca hakkında bana bir sürü saçma şey anlattı, genel olarak insanların zayıf tabiatından, özellikle genç eşlerden, büyük günahkarlara bile evimizi açmamızı filan söyledi. Yazı tura atmak imkansızdı ve yeni ceketimi giyip ‘hala’ ile tanışmaya gittim.
Kocaman kara gözlü, ufaktefek bir kadın masada oturuyordu, keskin bir parfüm sürmüş bu genç, güzel, hoppa yaratığın varlığıyla, masam, gri duvarlar, kanepem, yerdeki tozlara kadar her şey tazeleşmiş, yenilenmiş gözüküyordu. Ziyaretçimizin saygın bir kadın olan karımla konuşmasından, ses tonundan, kirpiklerini kırpıştırmasından, parfümünden, gülüşünden hoppa biri olduğunu anlamıştım. Despot kocasından kaçtığını anlatmasına gerek yoktu, bir bakışta her şey belli oluyordu. Tüm Avrupa’da belli bir mizaçtaki kadını ilk bakışta tanımayacak bir erkeğin olduğundan şüpheliyim.
Halam eli elimdeyken gülümseyerek “bu kadar büyük bir yeğenim olduğunu bilmiyordum” dedi.
Ben de “bu kadar güzel bir halam olduğunu bilmiyordum” diye cevap verdim.
Tekrar yemeğe başladık, ikinci şişe şampanyayı patlattık ve halam bir dikişte kadehin yarısını içti. Ve karım bir ara odasına gittiğinde, halam kadehi boşaltmakta tereddüt etmedi. Hem şarap, hem de kadının sayesinde sarhoştum. Şu şarkıyı hatırlıyor musunuz?
Tutkulu gözler
Kara gözler
Parlak ve güzel yanan gözler
Seni ne kadar seviyorum
Senden nasıl korkuyorum

Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum. Aşkın nasıl başladığını bilmek isteyenler romanları ve uzun hikayeleri okuyabilirler. Ben o aptal şarkıyla, kısaca anlatacağım:
Seni ilk kez gördüğüm an
Kahrolası bir andı..
Her şey tepetaklak oldu, ürkütücü bir girdabın beni bir tüy gibi uçurduğunu hatırlıyorum, bu epey sürdü sonra karımı, halamı, gücümü kuvvetimi silip süpürdü.
Steplerdeki küçük tren istasyonundan beni bu karanlık sokağa fırlattı.
Şimdi başıma daha beter ne gelebilir söyleyin.

Yazan: ANTON ÇEHOV
Çeviren: Müjde Dural

6 Mart 2012 Salı

NOEL AĞACI ve DÜĞÜN - DOSTOYEVSKİ

Geçen gün bir düğün gördüm...Fakat hayır! Size bir noel ağacından sözetsem daha iyi olacak. Düğün harikaydı. Çok beğendim. Fakat diğer olay daha da güzeldi. Düğünün neden yılbaşı çamını hatırlattığını bilmiyorum. Olay şöyle oldu:

Tam olarak beş yıl önce, yılbaşında iş dünyasının önemli bir isminin verdiği bir çocuk balosuna davet edildim. Çok tanıdığı, geniş bir çevresi ve gizli aşk entrikaları olan bir adamdı. Dolayısıyla, çocuk balosu sadece ebeveynlerin bir araya gelip, kendilerini ilgilendiren iş konuşmaları için masumane ve tesadüfi olarak düzenlenmiş gibiydi.

Ben yabancıydım ve söyleyecek özel bir şeyim olmadığından, geceyi diğerlerinden ayrı olarak geçirebilecektim. Bu mutlu olaya benim gibi hasbelkader katılmış bir beyefendi daha vardı. Dikkatimi ilk o çekti. Görünüşüne bakılırsa asil bir aileden değildi, uzun boylu, oldukça zayıf, çok ciddi ve iyi giyimliydi. Aile eğlencelerine katılmaya gönlü olmadığı belliydi. Kendi başına bir köşeye çekilir çekilmez, yüzündeki gülümseme kayboldu ve kalın, koyu kaşları çatıldı. Ev sahibinden başka kimseyi tanımıyordu ve sıkıntıdan ölecek birinin tüm işaretlerini gösteriyordu. Buna rağmen cesur bir şekilde, eğleniyormuş gibi rol yapıyordu. Sonradan onun taşralı olduğunu ve çok önemli bir iş için başkente geldiğini öğrendim. Ev sahibine bir tavsiye mektubu getirmişti ve ev sahibemiz onu himayesi altına almıştı. Adamı çocuk balosuna davet etmesi ise sadece nezaket icabıydı.

Onu iskambil oyununa davet etmediler, puro ikram etmediler, kimse kendisiyle sohbet etmedi. Büyük ihtimalle görünüşünden taşralı olduğunu anlamışlardı. Bu yüzden, bizim centilmen, ellerini nereye koyacağını bilmediğinden akşamı bıyıklarıyla oynayarak geçirdi. Bıyıkları gerçekten güzeldi ama o kadar çok oynadı ki, insan bıyıkların bu dünyaya sadece oynanmak için geldiğini düşünürdü.

İlgimi çeken başka birisi daha vardı. Fakat bu tamamen farklı biriydi. Önemli bir şahsiyetti. İsmi Julian Mastakoviç' di. İlk bakışta adamın şeref konuğu olduğu sanılabilirdi ve konumu da bıyıklı beyefendinin ev sahibine olan konumuyla aynıydı. Ev sahibi ve ev sahibesi ona sürekli dostane, nazik sözler söylediler, etrafında pervane oldular, misafirleriyle tanıştırdılar fakat kimseyi onun önüne geçirmediler. Julian Mastakoviç, nadiren böyle güzel bir akşam geçirdiğini söylediğinde, ev sahibinin gözünün dolduğunu fark ettim. Bir şekilde bu kişinin varlığı beni rahatsız etti. Bu yüzden biraz çocuklarla eğlendikten sonra ki, beş tanesi ev sahibinin iyi besili çocuklarıydı, tamamen boş bir odaya gittim ve en uç köşesine oturdum, odanın neredeyse yarısını kaplayan bir de camlı kısım vardı.
Çocuklar çok şekerdiler, annelerinin ve mürebbiyelerinin çabalarına rağmen, onlara benzemeyi kesinlikle reddediyorlardı. Bir saniye içinde yılbaşı çamındaki tüm hediyeleri aldılar ve hangi hediyenin kimin olduğunu bile bilmeden oyuncakların bazılarını kırmaya başladılar.
Bir tanesi çok yakışıklı, kıvırcık saçlık, kara gözlü, elindeki tahta tüfeği ısrarla bana doğrultan bir çocuktu. Fakat ençok dikkat çeken çocuk onun kızkardeşiydi, onbir yaşlarında kadardı ve bir meleğe benziyordu. Kocaman, hülyalı gözleriyle sessiz, düşünceliydi. Çocuklar bir şekilde onu gücendirmişti ve o da onları bırakıp, benim olduğum odaya geldi. Elinde bir bebekle köşeye oturdu.
Misafirler şaşkınlık içinde “ Babası çok zengin bir iş adamı, daha şimdiden drahoması için üç yüz bin ruble ayırmış” diyorlardı.
Dönüp, bu yeni bilgileri duyduğum gruba bakınca, gözüm Julian Mastakoviç’e takıldı. Dikkat kesilmiş bir şekilde tatsız konuşmayı dinliyordu, ellerini arkasında birleştirmişti, başı bir yana eğikti.
Bu arada ev sahibinin hediyeleri paylaştırmaktaki açık gözlülüğüne hayran kaldım, binlerce rublelik çeyizi olan minik kız en güzel bebeği aldı ve diğer çocuklara da ebeveynlerinin sosyal statülerine uygun hediyeler verildi. Son çocuk, on yaşlarında, kızıl saçlı, çilli, minik bir şeydi ve ona da resimsiz bir hikaye kitabı verdiler. Çocuk valinin eşinin çocuğuydu, kadın zavallı bir duldu, çocuk üzerindeki deve tüyü rengi, eski görünümlü ceketiyle ezik ve tırsmış görünüyordu. Hikaye kitabını aldı ve yavaşça oyuncakların arasında dolaştı, onlarla oynamak için her şeyini verirdi ama cesaret edemedi. Daha şimdiden konumunu, yerini biliyor derdiniz.
Çocukları gözlemlemeyi severim. Onların kendine güvenleri konusundaki kişisel mücadelelerini izlemek ilginçtir. Diğer çocukların oyuncaklarının kızıl saçlı çocuğu müthiş cezp ettiğini görebiliyordum, özellikle oyuncak bir tiyatroyu çok beğenmişti, bir parçasını almayı o kadar istiyordu ki, diğer çocuklara yaltaklanmaya karar verdi. Onlara gülümsedi ve onlarla oynamaya başladı. Elindeki tek elmayı, cepleri zaten şekerlerle tıkabasa dolu tombiş bir afacana uzattı ve bir başka çocuğu sırtında taşıdı. Hepsini tiyatroyla oynamasına izin verilmesi için yapıyordu.
Fakat birkaç dakika sonra terbiyesiz bir genç geldi ve çocuğa vurdu. Çocuk ağlamaya bile cesaret edemedi. Mürebbiye geldi ve ona diğer çocukların oyunlarına karışmamasını söyledi, onu da küçük kız ile benim olduğum yere getirdi ve iki çocuk pahalı bebeğe elbiseler giydirmeye başladılar.
Hemen hemen yarım saat geçti ve kızıl saçlı çocukla, zengin çeyizli kızın konuşmalarını yarım yamalak dinlerken az kalsın uyuklayacaktım ki, aniden Julian Mastakoviç geldi. Çocukların şamata yaptığı bir anda misafir salonundan sıvışmıştı, oturduğum köşeden onun az önce tanıştırıldığı zengin kızın babasıyla konuştuğu gözümden kaçmamıştı.
Parmaklarıyla sayıyormuş gibi, kendi kendine mırıldanmaya başladı.
“ üç yüz…üç yüz…onbir…oniki…onüç…onaltı…beş yıl içinde! Yüzde dört diyelim…beş katı oniki…altmış ve altmış desek… beş yıl içinde dört yüze çıkar….hmm..hmm…fakat kurnaz, yaşlı tilkiye yüzde dört kafi gelmez, sekiz ve on bile alır…varsayalım beş yüz..en azından beş yüz bin…bu kesin…cep harçlığı bunun bile üzerinde..hmmm…”
Burnunu çekti ve o taraftan gitmek üzereydi ki, gizlice kızı gözetliyordu, çiçeklerin arkasında olduğumdan beni göremiyordu. Heyecandan titriyor gibiydi, yaptığı hesaplar canını sıkmıştı, ellerini oğuşturdu ve oradan oraya dans etmeye başladı, gittikçe daha da heyecanlanıyordu. Buna rağmen sonunda duygularını kontrol altına aldı ve yatıştı. İleride gelin olacak kıza keskin bir bakışla baktı ve ona doğru gitmek istedi fakat önce etrafa göz attı. Sonra sanki vicdanı rahatsız olmuş gibi, ayak uçlarına basarak kızın yanına gitti, eğildi ve başından öptü.
Öyle aniden gelmişti ki, kız bir çığlık attı.
Adam “ burada ne yapıyorsun sevgili çocuk” diye fısıldadı ve yanaklarından makas aldı.
“ Oynuyoruz”
Mürebbiyenin oğluna göz ucuyla, beğenmeyerek bakan Mastakoviç “ ne, onunla mı?” dedi. Oğlana “ misafir salonuna gitmelisin çocuk” dedi.
Çocuk ses çıkarmadı ve koca gözleriyle adama baktı. Julian Mastakoviç merakla kızın etrafında dolandı ve yanına diz çöktü.
“ Sen ne aldın canım, bebek mi?”
Çocuk ürktü, alnını kırıştırdı “ evet efendim”
“bir bebek, peki bebekler neden yapılır biliyor musun canım?”
Kız başını indirerek, alçak sesle “Hayır efendim” dedi.
“ paçavralardan yapılır canım, oğlum sen salona çocukların yanına git” diyen Mastakoviç oğlana sert sert baktı.
İki çocuk da kaşlarını çattılar, birbirlerini tutup, bırakmadılar.
Sesini iyice alçaltan Julian Mastakoviç “peki sana bu bebeği niye verdiler biliyor musun?” diye sordu.
“Hayır”
“ Çünkü bütün hafta çok çok uslu bir kız oldun”
Bunu söyleyin Julian Mastakoviç, heyecanlı bir çoşkuya kapıldı, etrafına bakındı ve duyulmayacak bir sesle, sabırsızlık ve heyecanla
Aileni ziyarete gelirsem beni sever misin canım?” dedi.
Tatlı yaratığı öpmeye çalıştı ama kızıl saçlı oğlan kızın ağlamak üzere olduğunu gördü ve kızın elini yakaladı, hıçkırıklarla yüksek sesle ağlamaya başladı. Bu da adamı kızdırdı.
“ Git buradan, git buradan, öteki odaya, arkadaşlarının yanına git”
Kız “ Onun gitmesini istemiyorum, onun gitmesini istemiyorum, sen git! Onu rahat bırak! Onu rahat bırak!” diye bağırmaya başladı. Neredeyse ağlayacaktı.
Kapının eşiğinde ayak sesleri vardı, Julian Mastakoviç kalktı ve haşmetli vücudunu düzeltti. Kızıl saçlı çocuk daha da korkmuştu, kızın elini bıraktı, duvara sinip, yemek salonuna geçti.
Dikkat çekmemek için Julina Mastakoviç de yemek salonuna gitti. Yüzü istakoz gibi kıpkırmızıydı. Aynadaki görüntüsü kendisini utandırmışa benziyordu. Muhtemelen kendi heyecanı ve sabırsızlığına kızmıştı. Önemine ve asaletine rağmen, yaptığı hesaplar onu elde etmek istediği nesne için doğrudan harekete geçen hırslı bir oğlan çocuğa dönüştürmüştü ki, bu henüz bir nesne değildi, nesne olması için daha beş yıl vardı. Saygın adamın peşinden ben de yemek salonuna gittim ve ilginç bir oyun izledim.
Yüzü kıpkırmızı, yılan gibi bakarak, kızıl saçlı çocuğu tehdit etmeye başladı. Kızıl saçlı çocuk geri gitti, geri gitti ta ki gidecek başka yeri kalmadı. Korkudan ne yöne gideceğini bilemiyordu.
“Git buradan! Burada ne yapıyorsun? Meyva çalıyorsun değil mi! Seni çilli surat! Defol kendi gibilerinin yanına git!”
Korkan çocuk son, umutsuz bir çabayla masanın altına kaçtı, iyice kudurmuş olan adam işlemeli mendilini bir kırbaç gibi kullanarak oğlanı masanın altından kaçırtmaya çalıştı.
Bu arada şunu belirtmeliyim ki, Julian Mastakoviç, iri yarı, şişman, iyi besili, tombul yanaklı, göbekli biriydi, terlemişti, hızlı hızlı soluyordu, çocuğa karşı olan hoşnutsuzluğu (yoksa kıskançlığı mı?) o kadar güçlüydü ki, bir deliye benziyordu.
Kahkahayla güldüm. Julian Mastakoviç döndü, tamamen şaşırmıştı ve muazzam ehemmiyetini unutmuş görünüyordu. Tam o anda ev sahibi kapının karşısında belirdi. Oğlan masanın altından çıktı ve dirsekleriyle, dizlerini sildi. Julian Mastakoviç hemen köşeden salladığı mendilini burnuna kaldırdı. Ev sahibimiz üçümüze tuhaf tuhaf baktı. Fakat dünyayı tanıyan, görmüş geçirmiş biri olarak, değerli misafirinden istediği şeyi alma fırsatını yakaladı.
Kızıl saçlı çocuğu göstererek “Size bahsettiğim çocuk bu, ondan iyiliğinizi esirgemeyeceğinizi onun namına söyledim.
Hala kendine hakim olamamış olan Julian Mastakoviç “Ah!” dedi.
Ev sahibi yalvarır bir tonla “ Mürebbiyemizin oğludur, kadıncağız zavallı biri, dürüst bir subayın dul kalmış eşi, işte bu yüzden eğer sizin için de mümkünse…”
Julian Mastakoviç “İmkansız, imkansız, beni mazur görmenizi rica ediyorum Philip Alexeyeviç, gerçekten yapamam, görüşmeler yaptım, hiç boş yer yok ve daha muhtaç olan on kişilik bir liste var. Kusura bakmayın”
Ev sahibi “çok kötü, gerçekten çok mütevazi bir çocuktu” dedi.
Julian Mastakoviç alayla “çok yaramaz bir çocuk olduğunu söylemeliyim” dedi. “Buradan git çocuk, niye hala buradasın? Diğer çocukların yanına git”
Kendi kontrol edemiyordu ve yan gözle bana baktı, ben de kendimi tutamadım ve adamın yüzüne karşı güldüm. Arkasını döndü ve duyulabilecek bir sesle, ev sahibimize tuhaf genç adamın kim olduğunu sordu. Aralarında fısıldaştılar ve bana bakmadan odadan gittiler.
Kahkahayla güldüm sonra ben de misafir odasına gittim. Anneler, babalar, ev sahipleri, ev sahibeleri değerli adamın etrafına toplaşmışlardı ve adam az önce tanıştırıldığı bir hanımefendiyle konuşuyordu. Kadın zengin küçük kızın elini tutuyordu, Julian Mastakoviç kızın güzelliğini övmeye başladı, çocuğun güzelliğini göklere çıkardı. Terbiyesini, ailesini, zerafetini överken annesinin de koltuklarını kabarttı, kadının gözünde tutmaya çalıştığı sevinç göz yaşları vardı, babası da memnunlukla gülümsüyordu.
Bu neşe sirayet ediciydi. Herkes katıldı, konuşmayı kesmemek için çocuklar bile oynamaya ara verdiler. Hayranlık dolu bir hava vardı salonda. Değerli küçük kızın annesinin daha derin şeylerden bahsettiğini duydum, Julian Mastakoviç’e en kibar bir dille kendilerini ziyaret etme şerefi verip veremeyeceğini sordu, Julian Mastakoviç’in de daveti büyük bir içtenlikle kabul ettiğini duydum. Sonra misafirler salonun çeşitli bölümlerine dağıldılar, hepsi de saygı dolu bir şekilde, iş adamını, iş adamının karısını, kızını ve bilhassa Julian Mastakoviç’i övüyorlardı.
Julian Mastakoviç’in yanında duran bir ahbabıma yüksek sesle “Evli mi?” diye sordum.
Julian Mastakoviç bana yılan gibi bir bakışla baktı.
Ahbabım benim mahsus yaptığım uygunsuzluğa şoke olmuş şekilde “Hayır” diye cevap verdi.
……………………….

Çok değil, geçenlerde bir kilisenin önünden geçiyordum, insanlar bir düğünü seyretmek için toplanmışlardı. Çok kasvetli bir gündü, sağanak yağmur başlamak üzereydi, kiliseye girdim, damat şişman, göbekli, besili, takmış takıştırmış biriydi, oradan oraya koşturup, emirler veriyordu, sonunda gelinin geldiği duyuldu, kalabalığın arasında kendime yer açtım ve henüz ilkbaharının tazeliğindeki muhteşem gelini gördüm, fakat güzel gelin üzgün ve solgundu. Bakışları dalgındı, hatta bana gözleri az önce ağlamaktan kızarmış gibi geldi. Yüzünün her çizgisindeki klasik sadelik, güzelliğine ayrı bir vakar ve önem katıyordu. Bu vakar, önem ve kederin yanında, bir çocuğun masumiyeti de ışıldıyordu. Yüzünde ifade edilemeyen, naif, huzursuzluk ve kelimelerle söylenilmeyen bir merhamet çağrısı vardı.
Kızın henüz onaltısında olduğunu söylediler. Damada dikkatle baktım, birden beş yıldan beri görmediğim Julian Mastakoviç’i tanıdım. Sonra tekrar geline baktım. Aman Tanrı’ m! Mümkün olduğu kadar çabuk kiliseden ayrıldım. Kalabalığın gelinin serveti - beş yüz bin rublelik drahoması hakkında dedikodu yaptığını duyuyordum. İşte şu kadar cep harçlığı varmış…
Caddeye vardığımda “ Demek yaptığı hesaplar doğruymuş” dedim.
Yazan: DOSTOYEVSKY
Çeviren: Müjde Dural


4 Mart 2012 Pazar

ÖPÜCÜK - Anton Çehov

Mayıs'ın yirmisinde, akşam saat sekiz'de, N - topçu birliğinin altı bataryası, geceyi geçirmek üzere Miystetçki köyünde kamp kurdular. Tam kargaşanın ortasında, kimi subaylar silahlarıyla meşgulken, kimisi kilisenin yanındaki meydanda toplanmış üstlerinin emirlerini dinlerken, tuhaf bir ata binmiş, sivil giysili bir adam, kilisenin yanına geldi. Kısa kuyrukla, sağlam boyunlu, boz renkli küçük at, sanki dans eder gibi yan yan adım atıyordu.
Adam subayların yanına gelince şapkasını çıkardı ve ,
-Ekselansları General'ın emir subayı von Rabbek, sizleri çayadavet ediyor.
At döndü, yine dans ederek gitti, mesajı getiren şapkasını tekrar taktı ve tuhaf atıyla kilisenin ardında gözden kayboldu.
Bazı subaylar, bölülerine dağılırken,
-Bu kahrolası da ne diyor? diye homurdandılar. Von Rabbek ve çayı! Çayın ne anlama geldiğini biliyoruz. dediler.

Altı bataryanın subayları da önceki yıl olan bir olayı gayet net hatırladılar. Manevralar sırasında, bir alayın subaylarıyla birlikte, tıpkı bunun gibi, çevrede malikanesi olan bir Kont tarafından çaya davet edilmişlerdi. Misafirperver, gönlübol Kont, onları yedirmiş, içirmiş, köydeki bölüklerine dönmelerine izin vermemiş geceyi orada geçirmelerini istemişti,tabii tüm bunlar çok güzeldi, daha iyisi olamazdı fakat işin beteri, emekli subay genç subayların dostluğundan o kadar memnun olmuştu ki, gün ağırana kadar parlak askerlik geçmişinden anılar anlattı, evini gezdirdi, pahalı tabloları, eski oymaları,antika silahlarını gösterdi ve ünlü kişilerin yazılarını okudu, yorgun, bitkin düşün subaylar onu dinlediler,esnediler ve sonunda ev sahibi gitmelerine izin verince, artık uyumak için çok geç olmuştu!
Acaba bu Von Rabbek de böyle biri miyidi? Öyle birisi olsun veya olmasın, yapılacak bir şey yoktu, subaylar üniformalarını değiştirdiler, fırçaladılar, ve hep beraber beyefendinin evini aramaya gittiler. Kilisenin meydanında ekselans'ın evine iki yoldan gidildiğini öğrendiler, küçük patikadan nehir boyunca gidip,bir bahçeye oradan da caddeye çıkınca eve gidiliyordu ya da yukarı yol kiliseden dosdoğru gidilip, köyden yarım mil uzakta ekselanslarının tahıl ambarlarına çıkıyordu.
Subaylar üst yoldan gitmeye karar verdiler.
Yolda, bu von Rabbek de kim? diye merak ettiler. "Plevne'deki N - süvari bölüğündeki olamaz
-Hayır o sadece Rabbe idi, von'u yoktu.
-Hava ne güzel!
Tahıl ambarlarına gelince yol ikiye ayrıldı, biri dosdoğru uzanıyor ve akşam karanlığında kayboluyordu, ötesi sağ tarafa kıvrılıp ev sahibine gidiyordu. Subaylar sağa döndüler ve daha yavaş konuşmaya başladılar. Yolun her iki tarafında kırmızı damlı,taş ambarlar diziliydi, ağır bir görünümleri vardı sanki kasabadaki barakalara benziyorlardı...önlerinde malikanenin pencereleri parlıyordu.
Bir subay ' Bu iyiye işaret, köpeğimiz en önde gidiyor, şüphesiz bizden önce kokuyu aldı'
Teğmen Lobitko, önde yürüyordu, uzun boylu, gürbüz, iyi beslenmiş yüze sahip, yirmibeş yaşında olmasına rağmen başında saç kalmamış,bıyıksız biriydi, en tuhafı da bir yerde kadınların bulunup bulunmadığına dair sezgileri vardı.
-Evet, bu evde kadınlar var, hissediyorum.
Kapının eşiğinde, Von Rabbek, subayları bizzat karşıladı, 60yaşlarında, sivil giyinmiş, sevimli bir adamdı, ziyaretçileriyle el sıkıştı, onları görmekten çok mutlu ve memnun olduğunu söyledi, geceyi geçirmelerini isteyemeyeceğinden dolayı da özür diledi çünkü iki kızkardeşi ve çocukları, erkek kardeşleri ve birkaç komşusu da ziyarete geldiklerinden hiç boş odası kalmamıştı.
General herkesle tek tek el sıkıştı, gülümsedi, özür diledi, fakat geçen seneki Kont kadar sevinmiş gözükmüyordu, onları sadece formalite icabı davet etmiş gibi görünüyordu, subaylar yumuşacık halıların üzerinde yürür ve bir yandan Generali dinlerlerken, onun kendilerini davet etmezse tuhaf kaçacağı için davet ettiklerini hissettiler, uşaklar alt katın ve antrenin lambalarını yakmak için sabırsızlanırlarken, subaylar ev halkının rahatını kaçırdıkları, huzursuzluk verdikleri hissine kapıldılar, kız kardeşler, erkek kardeşler, konu komşunun toplanıp ailece eğleneceği bir evde, tanımadıkları ondokuzsubayın varlığı nasıl hoş karşılanabilirdi ki?
Salonun girişinde, subayları İmparatoriçe Eugeni'ye benzeyen, uzun boylu,kara kaşlı, zarif bir hanımefendi karşıladı, asil ve nazik bir tavırla gülümseyen kadın, onların ziyaretinden memnun ve mutlu olduğunu söyledi ve kocasının onları geceyi geçirmeleri için davet edememesinden dolayı özür diledi, misafirlerine arkasını döner dönmez asalet dolu gülümseyişi kayboluyordu, belli ki ömrü boyunca yüzlerce subay görmüştü ve artık bıkmıştı, onları evine davet etmesi ve özrü de sadece aldığı terbiye ve sosyal konumu gereği yaptığı bir hareketti.
Subaylar büyük yemek odasına girdiklerinde, içeride bir düzine kadar , genç, yaşlı, hanım ve bey vardı, uzunca bir masada çay içiyorlardı,sandalyelerinde oturan bir grup adam etraflarındaki puro dumanı içinde zarzor seçiliyordu, onların ortasında, kızıl bıyıklı,yüksek sesle İngilizce konuşan bir adam ayak duruyordu, grubun arkasında açık mavi mobilyalarla döşenmiş bir oda göze çarpıyordu.
General,hoş görünmeye çalışarak yüksek sesle
-Beyler, o kadar kalabalıksınız ki hepinizi tek tek tanıştırmak imkansız, formaliteleri bırakalım, herkes kendisini tanıtsın.dedi.
Subayların bazıları ciddi, bazıları gülümseyen yüzlerle, ama hepsi de biraz şaşkın, başlarıyla selam vererek çay için masaya geçtiler.
İçlerinde kendini en rahatsız hisseden, Raboviç'di, gözlüklü, genç bir subaydı, tıpkı bir vaşak gibi bıyıkları vardı, diğerar kadaşları ciddi gözükürken, kimisi de zoraki gülümsüyordu,Raboviç'in yaban kedisi bıyıkları, gözlüklü yüzü sanki"ben tüm bölükteki en utangaç, en mütevazi ve en sıradan"adamım diyordu. Odaya girip, masaya oturduğunda gözleriyle kimseye veya bir nesneye bakamadı, yüzler, giysiler, kristal içki sürahileri, çay bardaklarından gelen buhar, güzel duvar süslemeleri, tüm bunlar birleşip, Raboviç'in duygularını alarma geçirmiş, saklanmak istemişti, sanki topluluk önünde ilk dersini verecek bir öğretmen gibiydi, gözünün öndeki her şeyi daha önce görmüş ama gördükleri hakkında çok az şey bilen biri gibiydi. (psikolojide bir insanın bir şeyi görmesine rağmen,anlamamasına psikolojik körlük denir) Biraz sonra Raboviç,etrafında gördüğü şeylere alışmaya ve daha net bakıp,gözlemlemeye başladı. Utangaç, toplum içine çıkmaya alışık olmayan bir adam olarak, onu ilk çarpan şey bu yeni ahbapların alışılmadık cesaretleriydi.
Çay masasında, general ve eşi, yaşlı iki hanım, leylak rengi elbiseli genç bir hanım, generalin küçük oğlu olduğu anlaşılan kızıl bıyıklı genç adam, kurnazca ki sanki daha önce prova yapılmış gibi- subayların arasındaki sandalyelere oturmuşlardı ve hemen hararetli bir konuşmaya başladılar, öyle ki, subayların konuşmaya katılması mümkün değildi, leylak rengi elbiseli genç hanım heyecanlı heyecanlı topçu taburunun piyade ve süvarilerden daha çok zamanı olduğunu savunurken, general ve yaşlı hanımlar aksini söylüyorlardı, konuşmalar bu minval devam etti, Radoviç,leylaklı hanımın bir kadın için böyle ilgisiz bir konuda bu kadar heyecanlı tartışmasını gözlemlerken bir yandan da kadınınyüzünde gidip gelen sahte gülücüklere bakıyordu.
General ve ailesi ustalıkla subayları da tartışmaya dahil ettiler ve bir yandan kadehlerinin arkasından, bıyık altından onları incelemeye  koyuldular hepsinin çayı var mı? Yeterince şeker var mı? Filan niye kekini yemiyor veya brandi içmiyor...
Raboviç,onlara baktıkça ve dinledikçe, sahte fakat olağanüstü disiplinli bu aileye olan ilgisi daha da artıyordu.
Çaydan sonra subaylar salona geçtiler, teğmen Lobitko'nun içgüdüleri onu yanıltmamıştı, içeride birçok genç kız ve evli genç hanım vardı. Teğmen az sonra kendisini siyah elbiseli çok genç bir kızın yanında buldu ve sanki görünmez bir kılıcı tutar gibi, kendine güvenli şekilde gülümseyerek, kızı selamladı, muhtemelen ilginç ama saçma şeyler anlatıyor olmalıydı ki, kız ilgisizce ikidebir 'gerçekten mii?' diyordu,adam kıza asla söz geçiremeyeceği sonucuna vardı.
Derken piyano başladı, bir valsin hüzünlü nağmeleri açık pencerelerden etrafa yayıldı, ve herkes bir sebepten mevsimin bahar olduğunu anımsadı, bir Mayıs akşamıydı, herkes güllerin,leylakların ve taze kavak yapraklarının kokusunu duyuyordu.Raboviç içtiği brandinin ve müziğin tesiriyle, pencereye doğru baktı, genç adama göre, çiçeklerin, yaprakların kokuları bahçeden değil, hanımların yüzlerinden ve elbiselerinden geliyordu.
Generalin oğlu az sonra sıska, genç bir hanımı dansa kaldırdı, salonda iki kez onunla döndüler, parke zeminde kayarak, leylaklı kızın önüne geldi ve onunla dönmeye başladılar, Raboviç, kapının yanında, dans etmeyenlerle birlikte duruyordu, hayatında hiç dansetmemişti ve hayatında bir kez bile kolunu, saygıdeğer bir kadının beline dolamamıştı. Bir erkeğin hiç tanımadığı bir kadının beline kolunu dolayabilmesi, kadının da elini o erkeğin omzuna koyabilmesi çok hoşuna gitmişti ama kendisini o erkeğin yerinde düşünemiyordu.
'Kadril' dansı başlayınca general dans etmeyenlerin yanına gelip, iki subayı bilardo oynamaya davet etti, adamlar kabul ettiler ve salondan çıktılar, yapacak bir şeyi olmayan Raboviç de generali'in takip etmek istedi ve peşinden gitti, büyük salondan küçük salona geçtiler, sonra cam vitraylı bir tavanı olan, dar koridora, oradan başka bir odaya geldiler, kanepedeki mahmur yüzlü uşaklar derhal ayağa fırladılar, sonunda bir sürü odayı geçip, bilardo masasının olduğu küçük bir odaya geldiler ve oynamaya başladılar.
Raboviç,iskambilden başka oyun oynamamıştı ama bilardo masasının yanında durdu, ve ilgisizce oyuncuları izlemeye başladı, adamlar ceketlerinin düğmelerini açmış, ellerinde ıstakalar, oynuyor bir yandan anlamadığı şeyler söylüyorlardı, hiçbiri Raboviç'e aldırmıyordu, arada dirsekleriyle ona çarpıyor veya ıstakanın ucu adamcağızadeğerse, 'pardon' diyorlardı o kadar, ilk tur oyun bitmeden Radoviç yorulmuştu, istenmediğini hissetti ve tekrar salona dönmeye karar verdi. Odadan çıktı.
Salona giderken başına küçük bir macera geldi. Yarı yolu gitmişti ki,yanlış yöne saptığını farketti, koridorda yüzleri uykulu uşaklar olduğunu hatırlıyordu fakat beş altı oda geçtiği halde uşaklara rastlamamıştı, hatasını farkedip, biraz geriye gitti, sağa döndü, kendisini bilardo odasına giderken görmediği,karanlık küçük bir odada buldu, orada biraz durduktan sonra,gözüne ilişen ilk kapıyı açtı ve karanlık bir odaya daha girdi, odanın diğer tarafındaki kapıdaki aralıktan loş bir ışık yansıyordu ve hüzünlü bir mazurka sesi geliyordu, bu odanın da pencereleri açıktı ve dışarıdan leylak, gül ve kavak kokuları yayılıyordu.
Raboviç hala tereddüt içindeydi, tam o sırada, hızlı ayak sesleri işiterek şaşırdı, nefes nefese kalmış, kadınsı bir ses"nihayet!" dedi ve iki yumuşak, parfüm kokulu, kadın kolu, adamın ensesine dolandı, ılık bir yanak yanağına değdive aynı anda da bir öpücük hissetti, fakat birden öpücüğün sahibi hafif bir çığlık attı ve zıplayarak kendini geriye çekti, Raboviç de, az kalsın çığlık atacaktı ve telaşla,ışık sızan kapıya doğru koştu.
Balo salonuna geldiğinde kalbi öyle çarpıyor ve elleri o kadar titriyordu ki, arkasında saklamak zorunda kaldı. Başta, sanki bütün balo salonundakiler bir kadın tarafından öpüldüğünü ve kucaklandığını biliyorlar gibi geldi...olduğu yerde büzüldü ve çok sıkıldı, fakat sonra herkesin eskisi gibi konuşup, dansettiğini görünce, kendini hayatında daha önce hiç yaşamadığı bu yeni duyguya verdi. Ona çok tuhaf bir şey olmuştu, bu yeni,tatmadığı duygu baştan, ayağa onu sarıyordu, ensesine dolanan yumuşak kollar, yanağındaki bilinmeyen kişinin öpücüğü..dansetmek, konuşmak, bahçeye çıkmak ve kahkahayla gülmek istedi...utangaç, yaban kedisi bıyıklı, sıradan bir adam olduğu hakkındaki fikirlerini tamamen bırakmıştı,generalin karısı yanından geçerken, kadına öyle dostça gülümsedi ki, kadın ilgiyle ona baka kaldı. Raboviç,gözlüklerini düzelterek, kadına
-Evinizi çok beğendim dedi.
Generalin karısı gülümsedi ve evin babasından kaldığını söyledi,sonra Raboviç'e ailesinin hayatta olup olmadığını, uzun zamandan beri mi orduda olduğunu, niçin bu kadar zayıf olduğunu ve bunungibi pek çok şey sordu. Sorularına cevap aldıkça da, daha başka sorulara devam etti ve sonunda kadının gülümseyişi her zamankinden daha dostça olmuştu ve Radoviç harika insanların arasında olduğunu hissediyordu.
Yemekte,Raboviç, robot gibi, kendisine ikram edilen her şeyi yedi ve içti,kendisine ne olduğunu anlamaya çalıştı, yaşadığı macera esrarengiz ve romantikti ama açıklaması zor değildi, belli ki bir genç kız veya evli bir hanım, bir erkekle o karanlık odada buluşma ayarlamıştı, epey bekledikten sonra, sinirden ve heyecandan Raboviç'i beklediği kahramanla karıştırımıştı,Raboviç öpücüğü bu şekilde açıklıyordu kendisine.
Veçevresindeki kadınların yüzlerine bakarak "acaba hangisiydi?" diye düşünüyordu, genç biri olmalı çünkü yaşlı hanımlar randevu ayarlamazlar, bu hanımı parfümünden, sesinden ve elbisesinin ipeksi hışırtısından tanıyabileceğini düşünüyordu.
Gözleri leylaklı genç hanımda durdu, çok çekici olduğunu düşündü,güzel omuzları ve kolları, zeki bir yüzü, tatlı bir sesi vardı,Raboviç, ona bakarak esrarengiz kadının o olmasını diledi ama kadın biraz sahte gülümsüyordu ve burnu kırışınca daha yaşlı göründü gözüne ve siyah elbiseli kıza çevirdi gözlerini, odaha genç, sade ve içtendi, şarap kadehiyle zarif bir şekilde şarabını içiyordu, Raboviç şimdi de o kızın esrarengiz kadın olmasını umdu fakat sonra yüzünü fazla düz buldu ve gözleri diğer kadına takıldı..
Tahmin etmek güç diye düşündü, leylaklı kadının omuz ve kolları,bir ötekinin kaşları, Lobitko'nun solunda oturanın gözleri...kafasında hepsinin bir karışımını yaptı ve kendisini öpen genç kızı hayal etti ama masada öyle birisini göremedi.
Yemekten sonra yorgun subaylar teşekkür edip, kalkmaya başladılar,general ve eşi geceyi geçirmelerini teklif etmedikleri için tekrar özür diledi. Bu sefer general samimi bir şekilde 'sizleri tanıdığıma çok çok memnun oldum' dedi. (Çünkü insanlar misafirlerini uğurlarken daha içten, daha nazik olurlar) "Memnun oldum, yine buyrunuz", "Formaliteye gerek yok," "Yukarı yoldan mı gideceksiniz, yok,bahçeden doğru karşıya geçin, aşağı yol daha yakın" ...
Subaylar bahçeye çıktılar, parlak ışıklar ve müziğin gürültüsünden sonra bahçe çok karanlık ve sessiz görünüyordu, bahçe kapısına kadar sessizce yürüdüler hepsi azıcık çakırkeyif, mutlu, hoşduygular içindeydi, ve sessizlik onları bir anlığına düşünceye daldırdı, Raboviç dahil hepsi bir an bir gün kendilerinin de generalinki gibi böyle büyük bir evi, bahçesi olacak mı, sahte de olsa konuklar davet edip, onları yedirip,içirecekler miydi?
Bahçe kapısından da çıkınca, hepsi yüksek sesle gülüp konuşmaya başladılar, here inen küçük yol boyunca yürüyorlardı, salkım söğütler suya deyiyordu, karahlık bastı iyice, yol ve nehrin kıyısı zarzor seçiliyordu, karanlık suda yıldızlar aksediyordu, nehrin karşı kıyısı ise zifiri karanlıktı suyun hızlı hızlı aktığı seçiliyordu, karşı kıyıdaki mahmur çulluklar öttüler, bir çalılıkta bülbülün teki kalabalık subaylara aldırmadan şakıyordu, subaylar çalıların yanında durdular fakat bülbül şakımaya devam etti.
-Şuna bak, yanında durduk ama bizi takmadı bile hergele!
Sonunda yorgun argın tepeye tırmanıp, kilisenin meydanına, kamp yerinegeldiler, oturup sigaralarını yaktılar, nehrin karşı yakasında kızıl bir ateş gözüküyordu, uzun bir süre bunun bir kamp ateşimi, pencereden yansıyan ışık mı olup olmadığını tartıştılar,Raboviç de ışığa baktı ve ona sanki ışık öpücüğü biliyor da, kendisine göz kırpıyormuş gibi geldi.
Barakalarına geldiler, Raboviç çabucak soyunup yatağa yattı, Lobitko ve sakin,çok okumuş, kültürlü biri olan teğmen Merzilakov, yanında getirdiği gazeteyi okuyordu. O da Raboviç'le aynı barakada kalıyordu, Lobitko odada bir süre gezindi, sıkıntılıydı, sonra emirerine bira istetti, Mezilakov yatağına yattı, yanındaki mumu  yaktı ve gazetesini okumaya başladı, Raboviç, sigara dumanı kaplı tavana bakarak, "Kimdi o kadın?" diye düşünmeye başladı.
Ensesinde hala kadının nazik kollarını, dudağının kenarında nane kokulu öpücüğünün ürpertisini hissediyordu, gözlerinin önüne leylaklı kadın, siyah elbiseli kadın, broşlar, dansedenlerin görüntüleri geldi, gözlerini kapadı, hızlı ayak sesleri, ipek elbisenin hışırtısı ve öpücüğün sesi...neşeyle dolması...sonra emir erinin bira olmadığını söyleyen sesini duydu. Lobitko çok kızdı, bir aşağı, bir yukarı yürümeye başladı.
-Salak! Ne aptal adam yahu, bira yok diyor!
Gözlerini gazetesinden ayırmayan Merzilakov, "tabii ki buraya bira getirtemezsin" dedi.
-Öyle mi düşünüyorsun? Allah yardımcın olsun, ben olsam bu dakika hemen hem bira, hem de kadın bulurdum, gidip bulacağım da bulamazsam sahtekar olayım!
Bayağı oyalanarak, giyindi, çizmelerini giydi, sonra sessizce sigarasını bitirip, dışarı çıktı.
-Rabbek, Grabbek, Labbek! hepsinin canı cehenneme! Raboviç! Yürüyüş yapmak ister misin?
Cevapalamayınca, döndü, soyunda ve o da yatağına yattı, Merizakov iç geçirip, gazeteyi bıraktı ve mumu söndürdü. Lobitko'ysa karanlıkta bir sigara yaktı ve mmmm diye mırılandı.
Raboviç,yorganı başına çekti, kıvrıldı, kafasındaki hayalleri bütün haline getirmeye çalıştı fakat başaramadı, sonunda uykuya daldı son düşündüğü şey bir kadının onu okşadığı ve bunun onu çok mutlu ettiğiydi, aptalca- olağanüstü- ama eğlenceli, hoş-rüyasında bile bu duygulardan kurtulamadı.
Uyandığında,ensesindeki ürperti ve dudağındaki nane kokusu gitmişti ama kalbi hala akşamki kadar çoşku doluydu, neşeyle güneş ışığıyla parlayan pencerenin pervazına baktı, caddeden geçenlerin seslerini dinledi, pencere yakınındaki insanlar yüksek sesle konuşuyorlardı,Raboviç'in bataryasının komutanı Lebedetski, çavuşuyla bağırmaya alışkın, yüksek sesle konuşuyordu.
-Daha başka neler var?
-Efendim, dün içki içme yarışı yaptılar, biri güvercinin ayağına çivi çakmış, veteriner alçı ve sirke yaptı, şimdi açıyorlar..Artemiyev de sarhoş oldu, teğmen, onu yedek silahların durduğu at arabasına koymamızı emretti."
Çavuş,Karpov'un trompetlerin yeni kordonlarını ve çadır halkalarını unuttuğunu, subayların dün akşamı general Rabbek'i ziyaret ettiğini rapor etti.
Konuşmanın ortasında, kızıl sakallı Lebedetski, pencerede belirdi, miyop gözleriyle subayların uykulu yüzlerine baktı ve günaydın dedi.
-Her şey yolunda mı?
Lobitko esneyerek,
-Atlardan birinin boynu yeni yular yüzünden çok sancıyor...
Komutanları,iç geçirdi, bir an düşündü ve yüksek sesle
-Galiba Aleksandra Yevgrafovna'yı görmem gerekecek, hoşçakalın,akşama size yetişirim.
Onbeş dakika sonra, askerler yola çıktı, tahıl ambarlarının yanından geçerken, Raboviç, sağ taraftaki eve baktı, tüm pancurlar kapalıydı, belli ki ev halkı hala uykudaydı, önceki akşam kendisini öpen kadın da uyuyor olmalıydı, kadını uyurken hayal etti, büyük açık pencereler, sabahın taze leylak, gül, kavak kokuları, yeşil ağaç dalları, bir yatak, sandalye ve üzerinde dünkü ipek elbise, minik terlikler, masanın üzerinde küçük bir saat, hepsini gözünün önüne getirdi, fakat kadının yüzünün hatları, tatlı mahmur gülüşü sanki elinden kayıp düşen porselen bir tabak gibi yok oldu..bir kilometre at sürdükten sonra,arkasına baktı, sarı kilisle, ev, nehir, hepsi bir ışık banyosuna batmıştı, mavi gökyüzünün aksettiği, güneşin gümüşi parıltılarıyla, nehir çok güzeldi, Raboviç, sanki çok sevdiği bir yakınından ayrılıyormuş gibi hissetti.
Önündeki yoldaki uzun, ilginç olmayan, yabancı sıraya baktı, solunda,sağında buğday ve başak tarlaları uzanıyordu, askerlerin başları, yüzleri ve sırtları toz, toprak içindeydi, kimi şarkı söylüyor, kimi atların üzerinde trompetleriyle birlikteydi, kimileri de sanki bir cenaze alayındaki meşale taşıyıcalarına benziyordu
Raboviç,beşinci bataryadaydı, önünde dört batarya gidiyordu, başkası için bu manzara tuhaf gözükebilirdi, tüm bölükte altı bataryavardı, atlılar muntazam atları kırbaçlıyor ve bazen bağırıyorlardı, nihayet, yorgun, argın bir çiftlik sahibinin malikanesinin yakınında durdular, Raboviç, çitin ardınabaktı, iki yanı ağaçlı, güzel bir yol vardı,gözlerinin önüne güzel yolda yürüyen kadınlar getirdi..
Osırada bir bağırış duyuldu: Subaylar dikkat! Sola dön..
Bölüğün generali, iki beyaz atın çektiği bir arabayla geliyordu,ikinci bataryanın yanında durdu, bağırarak kimsenin anlamadığı bir şeyler söyledi, Raboviç'in de aralarında olduğu birkaç subay dört nala generalin yanına gittiler.
General,kızarmış gözlerini kırparak,
-Aranızda hasta olan var mı? diye sordu.
Zayıf bir adam olan General, yanıtını aldı, bir an düşündü ve subaylardan birine doğru,
-Üçüncü bataryanın sürücülerinden biri, 'ayak koruyucusu' çıkartıp, topun ön kısmına asmış, cezalandırın onu.
Gözlerini Raboviç'e dikti ve devam etti.
-Ön askıların fazla uzun
Birkaç böyle sözden sonra General, Lobitko'ya baktı ve sırıttı.
- Teğmen bugün çok melankolik gözüküyorsun, Madam Lopuhov'u mu özledin? Ha, beyler teğmen Madam'ı arıyor...
Bahsettiği kadın kırkını aşmış, uzun boylu bir kadındı, subaylar saygılı saygılı gülümsediler, general çok komik bir şey söylemiş olmaktan dolayı memnun, güldü, emirerinin sırtını sıvazladı, araba ardında bir toz bulutu oluşturarak, yoluna devam etti. Raboviç, içinden " Tüm bu olanlar bana ne kadar yabancı, general bir zamanlar aşıktı ve şimdi evlendi, çocukları oldu, yüzbaşı Vahder de öyle, Salmanov Tatar ve kaba saba ama onun bile sevdiği var...ergeç bir gün benim de bir aşkım olacak...
Kendisi de sıradan bir insandı, hayatı aleladeydi, bu hoşuna gitti ve ona cesaret verdi, o kadını ve kendisini hayal etti.
Akşam,kamp yerine vardılar, subaylar çadırlarında dinleniyorlardı,Raboviç, Merziyakov ve Lobitko bir küçük bir sandığın üzerinde akşam yemeği yiyorlardı, Merziyakov dizlerine koyduğu gazetesini okumak için sabırsızlandığından hızlı hızlı yiyordu,Raboviç bütün gün hayal kurduğundan kafası allakbullaktı,içti, konuşmadı, üç kadehten sonra çakırkeyif oldu hislerini yoldaşlarına anlatmak için karşı konulmaz bir arzu duydu.
Sesine değişik, umursamaz bir hava vererek
-Von Rabbek'lerde başıma tuhaf bir şey geldi, hani bilardo odasına gitmiştim...
Herşeyi, öpücüğü ayrıntılarıyla anlattı, anlatmasının ne kadar kısa sürmesine kendi de şaştı, halbuki sabaha kadar anlatacakmış gibi geliyordu...
Çok yalancı biri olan Lobitko, ona hiç inanmadı, şüpheyle baktı ve güldü, Merziyakov alnını büzdü, gözlerini gazetesinden ayırmadan,
-Tuhaf şey, ne acayip...adamın adını söylemeden boynuna atılıyor!İsterik biri olmalı..
Raboviç,evet öyle olmalı diyerek arkadaşının fikrine katıldı.
Lobitko,benzer bir şey bir kez benim de başıma gelmişti dedi, yüzüne korkmuş bir ifade vererek anlatmaya başladı, "geçen yıl Kovno'ya gidiyordum, 2.sınıf bilet aldım, tren kalabalıktı,uyumak imkansızdı, kondoktöre yarım ruble verdim, bavulumu aldı ve beni başka bir kompartmana koydu, uzandım, üstümü örttüm,karanlıkta birden birisi omuzuma dokundu, baktım bir dirsek,gözlerimi açtım, bir kadındı, kara gözlü, kırmızı dudaklı,dolgun göğüslü, burun delikleri ihtirasla açılıp kapanıyordu...
-Göğsünü anladık da karanlıkta dudaklarının kırmızı olduğunu nasıl gördün?
Lobitkobuna gülmeye başladı, Raboviç ise bozuldu ve yatağına gitti,bir daha hiçbir sırrını anlatmamaya yemin etti.
Kamp hayatı başladı, günler birbirinin aynı geçiyordu, tüm bugünler boyunca Raboviç sanki aşıkmış gibi hissetti, davrandı,düşündü.
Akşamları arkadaşları aşk ve kadınlar hakkında konuşurlarken, onları dinledi ve kendisinin de katıldığı bir savaş anlatılıyormuş gibiydi, uykusuz gecelerdeyse çocukluğu, annesi, babası, yakın olan herkesi, tuhaf atı, Von Rabbek'i, İmparatoriçe Eugeni'ye benzeyen karısını, karanlık odayı....düşündü
Ağustos'un otuzbirinde sadece iki bataryayla, Raboviç tekrar ilk kamp yerine dönmek üzere yola çıktı, yol boyunca hayal kurdu, çok heyecanlıydı, her şeyi yeniden görmek için can atıyordu, acaba o kadını tekrar görebilecek miydi? görse ne konuşurdu? Ya da enkötüsü ya hiç karşılaşmazlarsa...
Akşama doğru ufukta kilise ve beyaz tahıl ambarları gözüktü, her saniye atıyla bir adamın gelip, subayları çaya davet etmesini bekledi ama kimse gelmedi..subaylar bir an önce köye varmak içinacele ediyorlardı.
Raboviç,Von Rabbek köyülülerden geldiğimizi duyacak ve bizi davet edecektir diye düşündü, arkadaşlarının mumları yakıp,semaverlere su koymalarına anlam veremiyordu..uzandı, mesajcıyı bekledi ama gelen giden yoktu..
Sonunda dayanamadı, dışarı çıktı, kiliseye doğru yürüdü, üç asker onu görünce ayağa kalkıp selam verdi, Raboviç de selamlarını aldı, patikaya saptı, nehrin karşı kıyısında gökyüzü kıpkırmızıydı, ay çıkmıştı, iki köylü kadın mutfakta kıvırcık lahana vs. topluyordu, her şey Mayıs'taki gibiydi, salkım söğütler de ama cesur bülbül şakımıyordu, ve taze çimen, kavak kokusu yoktu..
Raboviç,bahçeye geldi, kapıya baktı, bahçe karanlık ve sessizdi, sadece ağaçları ve yolun birazını görebildi, hiç ses yoktu, tekrar nehir kıyısına indi, ev halkına ait çarşaflar iplerde kuruyordu, Raboviç onlara dokundu, soğuk ve katıydılar..
-Ne aptallık! Ne aptallık! ...diye düşündü, Von Rabbek'in mesajcısı gelmeyecekti, başkası sanarak kendisini öpen o kızı bir daha göremeyecekti..nehre bakarak, tüm dünyanın anlamsız olduğunu düşünüyordu, her şey ona boş geliyordu..
Tekrar geri döndü, fakat çadıra vardığında arkadaşlarını bulamadı,emireri atlı bir mesajcının gelip, general Von Rabbek'in subayları çaya davet ettiğini ve oraya gittiklerini söyledi.
Raboviç'in içini çoşkun bir neşe kapladı..ama bu neşe derhal yok oldu,yatağına gitti ve kaderine lanet etti, o kızgınlıkla generalin evine gitmedi

Yazan: ANTON ÇEHOV
Çeviren: Müjde Dural