ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

16 Şubat 2012 Perşembe

SAKLI HAZİNE (The Buried Treasure) O'HENRY

Çeşit çeşit aptal vardır. Şimdi, herkes çağrılana kadar sessiz oturabilir mi?
Bir çeşidi hariç her türlü aptallığı yapmıştım, babadan kalma mirasımı har vurup, harman savurdum, annemden miras kalmış gibi yaptım, evlenmeye kalkıştım, poker, tenis oynadım, sahte borsacılara para kaptırdım, paramı her şekilde kullandım fakat oynamadığım bir tek palyaço rolü kalmıştı, Saklı Hazine'niyi aramaya başlayınca o da oldu, fakat Kral Midas'ın izinden gidenlerin hiçbiri bu işten bu kadar zevk almamıştır.
Beceriksiz yazarların mutlaka yapması gibi, biraz konudan uzaklaşayım, ben duygusal bir aptaldım, May Martha Mangum'u gördüm ve tutuldum. 18 yaşındaydı, gıcırgıcır bir piyanonun fildişi tuşları kadar beyaz, güzeldi, bozkırdaki sıkıcı bir Teksas kasabasına inmiş, ağırbaşlı güzel, şiirsel büyüleyici, masum bir melek gibiydi. Öyle cazibeli, havalıydı ki, herhangi bir ülkenin kralının tacındaki tüm yakutları kiraz toplar gibi toplayabilirdi. Ama bundan haberi yoktu ve ben de ona bunu söylemedim.

Anlayın işte, May'le evlenmek istiyordum, bana katlanmasını, terliklerimi ve pipomu akşam olduğunda, bulamayacağım yerlere koymasını istiyordu.
May'in babası gür bıyıkların ve gözlüklerin arkasına gizlenmiş biriydi. Uçan, vızıldayan, yürüyen, sırtınıza veya tereyağına giren her tür böcek ve kelebekle ilgilenen bir böcek bilimcisiydi etimolojist veya benzer bir şey. Hayatı cırcır böceği, su böceklerini kovalamak, yakalayıp, topluiğnelerle tutturup, isimler koymakla geçiyordu.
Başka kimseleri yoktu, kızına çok değer veriyordu çünkü onun insan ırkının güzel bir örneği olduğunu biliyordu ve de kızı sayesinde tabağına yemek konuyor, giysileri doğru yerde duruyor ve alkol şişelerini dolduruyordu. Bilim adamlarının dalgın olduğu söylenir.
May Martha Mangum'u arzu eden benden başka biri daha vardı: Goodloe Banks. Üniversiteden genç bir adam, kitaplardaki tüm bilgilere sahipti, Latince, Yunanca, felsefe, bilhassa da mantık ve yüksek matematiğin dalları.
Onu gördüğü her bilgiyi öğrenme, kafasına doldurma alışkanlığı olmasa daha çok severdim, yine de herkes bizim çok iyi dost olduğumuzu düşünürdü.
May Martha'nın kalbinin hangimizden yana çarptığı hakkında ipuçları öğrenmek için, birbirimizin ağzından laf almaya çabaladığımızdan çoğunlukla birlikte vakit geçirirdik. Goodloe Banks bu yüzden suçluluk duymazdı, rakip olmak böyledir işte.
Goodloe, kitaplar okur, kültürlü, görgülüdür, kürek çeker, entellektüeldir ve iyi giyinir , bense, beyzbol, - kültür olarak - Cuma akşamları tartışmalara katılıyor, belki iyi bir at binicisiydim. Fakat beraber konuşurken de, May Martha'yı ziyarete gidip sohbet ederken de, kızın hangimizi tercih ettiğini anlayamıyorduk. May Martha doğuştan lakaytdı ve bebekliğinden beri insanları merak içinde bırakmayı biliyordu.
Daha önce söylediğim gibi kızın babası, yaşlı Mangum, dalgın biriydi, uzun bir süre sonra - mutlaka kelebekler haber vermiş olmalı - iki genç adamın genç birinin, kızının başına kelebek yakalamakta kullanılan ağ kepçeyi geçirmeye çalıştığını anladı.
Bilim adamlarının bu kadar ileri gideceğini asla bilemezdim. Yaşlı Mangum, beni de, Goodloe' yı da hemen vertebrate (omurgalı hayvanlar)ın en sefilleri olarak etiketledi ve yaftaladı, Latince olarak Orgetorix ve Rex Helvetti'den ileriye gitmeden İngilizce olarak da sövüp saydı ve ikimizi bir daha evinin yakınlarında yakalayacak olursa, bizi da tıpkı kelebek kolleksiyonuna katacağını söyledi! Goodloe Banks ve fırtına dinene kadar beş gün onlara gitmedik, tekrar evlerinin kapısını çalacak cesareti bulduğumuzdaysa, May Martha Mangum da, babası da gitmişti! Eşyaları bile almış, kiraladıkları evi boşaltmışlardı.
May Martha ikimize de herhangi bir veda notu bile bırakmamıştı. çalıklara iliştirilen ufacık bir kağıt parçası veya posta kutusunun üzerine tebeşirle yazılan iki satır bir şey, ne de postanede bizim için bir kartpostal bile yoktu.
İki ay boyunca hem Goodloe, hem de ben, kaçakların izini bulmak ayrı ayrı için çareler düşündük. Dostluğumuzu ve nüfuzumuzu kullanarak, bilet gişesindeki biletçiye, atlı arabacılara, tren kondöktörlerine, hatta yalnız, mutsuz şerif yardımcımıza bile sorduk ama hepsi sonuçsuz kaldı.
Daha sonra birbirimizle her zamankinden daha iyi dost ama aynı zamanda daha beter düşman olduk. Her öğle sonrasında, iş çıkışında, Snyder'in barında bir araya gelip, domino oynadık, bir şeyler bulmuş da, gizliyor muyuz öğrenmek için tuzaklar kurduk, rakipler böyledir işte.
Şimdi, Goodloe Banks, çok okumuş biri olduğunu alaycı bir şekilde göstererek beni ancak “zavallı Jane, kuşu ölmüş, artık onunla oynamayacak” türünden kitaplar okuyan seviyeye düşürüyordu ama Goodloe'yu severdim, üniversite tahsili yaptığından ondan nefret ederdim ve her zaman terbiyeli olduğum söylendiğinden kendimi tuttum. Hem belki May Martha hakkında bir ipucu bulabilirdi, o yüzden ona katlanacaktım.
Bir öğleden sonra konuşurken bana şöyle dedi:
- Farzet ki, kızı buldun Ed, ne eline geçecek? Bayan Mangum akıllı bir kız, belki çok kültürlü değil ama senin ona verebileceğinden daha fazla şeyler hayal ediyor, insanın dünya görüşünü, ufkunu genişleten antik şairlere ve yazarlara, bu kadar çok değer veren başka birini görmemiştim, bence onu aramakla vaktini boşa harcıyorsun...
- Benim hayalimde Teksas'ın bozkırlarında, meşe ağaçlarıyla dolu bir yerde, sekiz odalı, mutlu bir ev var. Oturma odasında bir piyano diye devam ettim, çitle çevrili ağılda başlangıç olarak üçbin sığır, atlar, May Martha, istediği kadar bu çiftliğin keyfini çıkarabilecek, bana katlanacak, akşam olduğunda terliklerimi ve pipomu bulamayacağım yerlere koymuş olacak. Senin müfredat proframın, kültlerin, filozoflarına gelince kurumuş incir, kurumuş İzmir inciri dedim.
Goodloe Banks O kız yüksek idealler peşinde
- Neyin peşinde olursa olsun, şimdi elimizden gitti, eninde sonunda onu üniversiteli arkadaşların yardımı olmadan bulacağım.
Goodloe, domino taşını koyarak, "oyun bitti" dedi. Ve bira içmeye koyulduk.
Bu olaydan kısa süre sonra, tanıdığım genç bir çiftçi, bana katlanmış mavi renkte bir kağıt getirdi, büyükbabası yakınlarda ölmüş, gözlerim yaşardı, dedesinin o kağıdı yirmi yıldır büyük bir titizlikle sakladığını söyledi, geriye miras olarak bu kağıttan başka, iki katır ve tarıma elverişli olmayan bir arazi bırakmıştı.
Kağıt, ta kölelik yanlılarıyla, köleliğin kaldırılması yanlıları arasındaki isyan günlerinden kalma mavi, eskipüskü bir kağıttı. Tarihi 14 Haziran 1863 idi, ve üçyüz bin dolar değerinde altın ve gümüş paranın gömüldüğü bir hazinenin yerini tarif ediyordu. Torunu Sam'ın büyükbabası olan Old Rundle'a bu bilgiyi yıllar önce ölmüş ve definenin gömülmesinde bulunmuş İspanyol bir papaz vermişti. Old Rundle da bunları yazmıştı.

- Baban niye bunu kendisi bulmaya çalışmadı ? diye genç Rundle'a sordum.
- Yapacaktı ama gözleri kör oldu
- Peki sen, kendin niye yapmadın?
- Şey, kağıttan ancak on yıl önce haberim oldu. Önce baharda ekin işi vardı, sonra mısırları ayıklamak, hayvan yemi almak, derken kış bastırdı, yıllar böyle kovaladı...
Söylediği bana gayet mantıklı gelmişti ve hemen Lee'ye katıldım. Kağıttaki işaretler çok basitti. Hazine yüklü eşek ordusu, Dolores kasabasındaki eski İspanyol kilisesinden yola çıkıyor, Alamito Nehri'ne varana kadar pusulayla Güney'e ilerliyorlar, nehri geçiyorlar ve iki dağ arasında, eğer biçimindeki küçük bir dağın tepesine hazineyi gömüyorlar, yeri belli olsun diye de üzerine taşlar koyuyorlar. Birkaç gün sonra İspanyol rahip hariç, tüm grup kızılderililer tarafından öldürülüyor. Sır bir monopoliydi. Bana güzel gözüktü.
Lee Rundel, kamp malzemesi almamızı ve İspanyol kilisesinden başlayacak olan yeri aramamızı için arazi ölçümü yapan bir adam kiralamamızı önerdi. Ondan sonra iş hazineyi harcamaya kalacaktı. Ama yüksek tahsilli olmasam da vakit ve paradan tasarruf etmenin yolunu biliyordum.
Eyalet arazi müdürlüğüne gittik, eski kiliseden Alamito nehrine kadar olan yeri gösteren bir harita bulduk, kağıt üzerinde nehrin güneyine doğru bir çizgi çizdim, uzunlukları doğru vermişlerdi, böylece nehirdeki noktayı bulduk, onunla bir 'bağlantı' çizdik, İspanya kralı Philip tarafından hediye edilen çok önemli, güzel tarif edilmiş bir köşe olan Los Animos'u bulduk.
Böylece ölçümcüye gerek kalmadı, masraf ve zamandan tasarruf ettik.
Böylece Lee ve ben iki atlı bir arabaya, tüm malzemeleri yükleyip ulaşmak istediğimiz noktaya en yakın kasaba olan yüzkırkdokuz mil uzaktaki Chico'ya doğru yola koyulduk. Orada bir ölçümcü aldık, o bize Los Animos'un köşesini buldu, haritadakine göre 5720 metre batıya uzanıyordu, haritada o noktanın üzerine bir taş koyduk, kahve içip, pastırma yedik ve Chico'ya dönen posta arabasına yetiştik.
Üçyüzbin doları bulacağımıza emindim, Lee sadece üçte birini alacaktı çünkü tüm masrafları ben üstlenmiştim, bu ikiyüz bin dolarla May Martha Mangum' u nerede olursa olsun bulacak ve yaşlı babasının kelebekleri gibi sevinçten kanatlanacaktım. Şu hazineyi bir bulsaydım!
Lee ile kamp kurduk, nehrin karşısında yoğun bir şekilde kireç taşlarıyla çevrili bir düzine küçük dağ vardı ama hiçbiri eğer şeklinde değildi, bu bizi caydırmadı, görünüşler yanıltıcı olabilir, güzelliğin bakan gözde olması gibi eğer şekli tepe de belki bakan adama öyle gelmişti.
Ben ve define sahibinin torunu, kireç taşı kaplı tepeleri samanlıkta iğne arar gibi iyice aradık, nehrin aşağısından yukarısına kadar iki mil boyunca her yere, her köşeye, yamaca baktık, dört gün böyle geçti, sonra kalan kahve ve jambonu atlara yükleyip, 149 mil geriye Concho'ye döndük.
Lee dönüş yolunda tütün çiğniyordu, bense arabayı sürüyordum çünkü acelem vardı.
Eliboş döndükten hemen sonra, tekrar barda Goodloe ile domino oynamaya ve kızla ilgili olarak birbirimizin ağzını aramaya başladık, ona saklı hazineyle ilgili olayı da anlattım.
- Şu hazineyi bulsaydım, May Martha Mangum'u bulmak için dünyanın altını üstüne getirirdim
- O kız çok daha iyi şeylere layık. Onu ben bulacağım fakat şu hazinenin gömülü olduğu noktayı nasıl buldunuzu anlatsana
Ona tüm detayları anlattım, haritayı gösterdim. Bilgiç bir tavırla kağıda baktı, arkasına yaslandı ve sadistçe, kendini beğenmiş, bir üniversiteli kahkahası patlattı.
Konuşabilecek hale gelince Sen bir aptalsın Jim! Dedi.
Ben sabırsızlıkla altı-sekizimi yoklarken, sıra sende. dedim.
Goodloe, tebeşirle masaya iki çentik attı ve "yirmi" dedi.
- Niye aptal oluyor muşum? Daha önce pekçok yerde define bulundu.
- Çünkü nehirdeki noktayı hesaplarken sapmayı hesaba katmayı unuttun, orada 9 derece Batı'ya sapma olacak, kalemini ver.
Goodloe Banks, bir zarfın üzerine hemen bir şeyler çiziktirdi.
- İspanyol kilisesinden başlayan çizginin, kuzeyden güneye olan mesafesi tam olarak 22 km. Senin hikayene göre bir cep pusulasıyla ölçülmüş, sapmayı hesaba katarsan hazineyi aramaya başladığın Alamito nehrinin noktası 6 mil ve 945 metre daha batıya kayar.
- Ne sapmasından bahsediyorsun?
- Pusulanın gerçek meridyene göre manyetik sapmasından
Ukala ukala gülümsedi ve onun yüzünde de hazineyi bulma hevesini gördüm.
Bir kahin edasıyla Bazen bu tür gizli hazineler asılsız değildir, yeri gösteren şu haritayı versen, istersen beraber arayalım dedi.
Böylece aşk konusundaki biz iki rakip, serüven için tekrar ahbap olduk, Huntersburg'dan arabayla, en yakın tren yolu olan Chico'ya gittik, Chico'da üstü kapalı bir atlı araba kiraladık ve kamp malzemeleri aldık, aynı ölçümcüyü bulduk ve Goodloe'nun sapmalarıyla düzeltmiş yolu bize gösterdi, sonra adamı evine gönderdik.
Geldiğimizde gece olmuştu, ben atlara yem verdim ve nehrin yanında ateş yakıp yemek pişirdim. Goodloe de yardım etmek istedi ama aldığı eğitim ona pratik şeyleri öğretmemişti.
Ama ben iş yaparken ölmüş eski filozofların büyük sözlerini söyleyerek beni eğlendirdi.
- “Anacreon” diye izah etti. Bu dizeyi May Martha çok severdi, o kız çok üstün şeylere layık diye yineledi.
Okumak, kültür dolu bir atmosferden, klasik eserlerden daha ala ne olabilir? Sen tahsili küçümsüyorsun ama eğer benim matematik bilgim sayesinde hatanı farketmeseydin, hazineyi nasıl bulacaktın?
Ben Önce nehrin karşısındaki dağlara bakacağız dedim. Ve bakalım ne bulacağız, bu sapmalardan hala şüpheliyim, pusula iğnesinin daima Kuzey'i gösterdiği bana öğretildi.
Ertesi sabah güzel bir Haziran günü, erkenden kalkıp kahvaltı yaptık, Goodloe neşeliydi, ben et pişirirken, o Keats'dan şiirler okudu -sanırım Keats'dı- sonra da Kelly veya Shelly. Nehri geçmek için hazırdık, zaten sığ bir dereden biraz büyüktü ve karşı tarafta bir sürü kireçtaşı kaplı sivri tepeler gördük.
Ben bulaşık yıkarken Goodloe omzuma bir şaplak attı, " Azizim Ulysses! Şu kıymetli haritaya bir kez daha bakayım, galiba eğer şeklinde tepeye tırmanacaktık ama öyle bir tepe hiç görmedim, neye benziyor Jim" dedi.
- Ben görürsem söylerim. Dakika bir, gol bir, kültüre karşı galiptim.
Goodloe, haritaya bakarken tahsilli birine hiç yakışmayacak bir küfür savurdu.
- Gelsene, şuraya bak
Haritayı güneş ışığına doğru tuttu, parmağıyla bir yeri işaret etti, mavi kağıdın üzerinde daha önce hiç farketmediğim, beyaz renkli bir yazı ve rakamlar vardı: Malvern 1898...
- Nedir bu? diye sordum
- Kağıdın imal edildiği tarih 1898. Kağıttaki tarih ise 1863. Bu apaçık bir sahtekarlık!
- Bilemem, Rundle ailesi tahsilsiz ama dürüst, mütevazi köylülerdir, belki kağıt imal edenler bir hile yaptılar..
Goodloe gözlüklerini çıkartıp, bana tahsilinin izin verdiği ölçüde kızgınlıkla baktı.
- Sana kaç kez aptal olduğunu söylemiştim, bir hödük yüzünden. beni de alet ettin
- Nasıl?
- İhmalkarlığın yüzünden! Planlarında iki kez hata yaptın ki, bir ilkokul tahsilin olsaydı bunu yapmazdın. Bu sahtekar adamın peşinden gitmek için zorlukla masrafa girdim. Artık yetti.
Ben, elimdeki yıkanmış bir kaşığı ona doğru tutarak
  • Goodloe Banks, senin tahsiline fasulye kadar önem vermiyorum, senin gibilere zor dayanırım, eğitimin sana ne kazandırdı ki? Arkadaşlarına sıkıntı vermekten ve sana lanet etmekten başka? İmal tarihin, sapman senin olsun bunlar bana hiçbir şey ifade etmiyor bunlar beni amacımdan caydırmaz"
  • kaşığı nehrin karşısındaki eğer şeklindeki tepeye doğru tutarak devam ettim:
- Ben hazine için o dağa bakacağım, gelecek misin, gelmeyecek misini karar ver, kağıttaki bir yazıyla veya sapmayla vazgeçeceksen sen gerçek bir serüvenci sayılmazsın.
Nehir yolunda beyaz bir toz bulutu yükseldi, bu Hesperus'tan Chico'ya giden posta arabasıydı. Goodloe ona işaret etti, sahtekardan gına geldi, artık bu kağıda bir aptaldan başka kimse önem vermez , Jim sen her zaman bir aptaldın seni kaderinle başbaşa bırakıyorum. Kendisine ait eşyaları topladı, posta arabasına atladı, sinirli sinirli gözlüğünü düzeltti ve toz bulutu içinde kayboldu.
Ben de bulaşıkları yıkadım, atlara taze çimen verdim, nehrin sığ yerinden karşıya geçtim ve eğer biçimli tepeye tırmandım.
Harika bir Haziran günüydü, hayatımda hiç bu kadar çok kuş, yusufçuk, kelebek, çekirge, kanatlı ve iğneli yaratık, bir arada görmemiştim, gökte ve yerde uçan ne varsa buradaydı.
Eğere benzeyen tepeyi baştan sona araştırdım, gömülü bir defineye ait en ufak iz bile yoktu, Old Rundle'ın haritasındaki üçyüz bin dolara ait ne taş yığını, ne ağaçlarda asılı bir şey, hiçbir ipucu yoktu. Öğleden sonrasının serinliğinde tepeden aşağı indim, birdenbire kireçtaşlarının dışında, kendimi Alamito nehrine akan küçük bir ırmağın da olduğu, güzel yemyeşil bir vadide buldum.
Orada saçı, sakalı darmadağın, deliye benzer bir adam gördüm, parlak kanatlı, dev bir kelebeği kovalıyordu. İçimden zırdelinin teki olmalı, nereden de buralara gelmiş? diye düşündüm..
Birkaç adım daha attım, ırmağın yanında üzüm asmalarıyla çevrili bir kulübe ve çimenlerin üzerinde kır çiçekleri toplayan May Martha Mangum'u gördüm.
Doğrulup bana baktı, hayatımda ilk kez, piyano tuşları kadar beyaz yüzünün kızardığını gördüm, tek kelime etmeden ona doğru yürüdüm, elindeki çiçekleri yavaşça çimenlerin üstüne bıraktı.
- Geleceğini biliyordum Jim, babam sana yazmama izin vermedi ama geleceğini biliyordum...
Arabam ve atlar nehrin karşısında duruyordu, gerisini tahmin etmeniz zor olmasa gerek.
Çok kez, bir adam, bütün o tahsilini, eğitimini kendisi için kullanamazsa, başkaları yararlanacaksa ne faydası var derdim.
May Martha artık bana katlanıyor, meşe ağaçlarıyla dolu bir yerde, 8 odalı bir evimiz var, ağılda başlangıç olarak üçbin sığır var, ve her akşam eve döndüğümde pipomu ve terliklerimi bulamıyorum.
Ama kimin umurunda? Kimin umurunda?..
Yazan: O' HENRY
Çeviren: Müjde Dural

ŞAKA (A JOKE) - ÇEHOV

Parlak bir kış günü ortasıydı, dondurucu bir soğuk vardı ve Nadenka'nın başı ve bukleleri ile üst dudağı gümüş rengi kar tanecikleriyle kaplanmıştı, kolumu tutuyordu ve ikimiz yüksek bir tepede duruyorduk, durduğumuz yerin aşağısındaki yamaca güneş sanki ayna gibi yansıyordu, yanımızda yanları parlak kırmızı kumaş kaplı küçük bir kızak vardı.
- Hadi Nadenka Petrovna, bir kere kayalım, sadece bir kez, emin ol hiçbir şey olmaz, canın yanmaz!
Fakat Nadenka korkuyordu,küçük galoşlarıyla durduğu buz gibi tepenin aşağısı ona korkunç, sonsuz bir uçurum gibi geliyordu, ona kızağa binmesini söylerken, aşağı bakakarak, nefesini tuttu, boşluğa bırakma riskini göze alırsa ne olabilirdi? Ölebilir, aklını kaybedebilirdi.

- Seni temin ediyorum, korkamaman gerekir, bu korkaklık!
Sonunda Nadenka razı oldu, yüzünden ölümcül bir korku içinde olduğunu görüyordum, onu kızağa oturttum, titriyordu ve yüzü bembeyazdı, kollarımı ona doladım, ve tepeden aşağıya bıraktık kendimizi.
Kızak mermi gibi uçtu, rüzgar yüzümüzü yalıyor, kulaklarımızdan içeri giriyor, sanki kızgınlıkla kafamızı koparmak istiyordu, rüzgarın basıncından nefes almakta güçlük çekiyorduk, sanki şeytan bizi pençelerinin arasına almış, kükreyerek cehenneme doğru sürüklüyordu, çevremizdeki her şey sadece bir çizgi haline dönüşmüştü, sanki bir saniye sonra yok olacaktık,
Hafif bir sesle 'Seni seviyorum Nadenka' dedim.
Kızak gittikçe yavaşladı, rüzgarın uğultusu ve anaforu artık o kadar korkunç değildi, nefes almamız kolaylaşmıştı, ve sonunda yamacın dibindeydik, Nadenka ölmekten beter olmuştu, yüzü bembeyazdı ve zor nefes alıyordu, kalkmasına yardım ettim.
Gözleri dehşet içinde kocaman açılmış bir şekilde bana bakarak:
Bir daha hiçbir güç bana böyle bir şeyi yaptıramaz dedi. Hiçbir şey, korkudan öldüm!
Biraz sonra kendine geldi, soran gözlerle bana baktı, gerçekten o üç kelimeyi söylemiş miydim yoksa kasırganın gürültüsünden ona mı öyle gelmişti...ben de yanında durmuş sigara içiyor ve eldivenlerime bakıyordum.
Koluma girdi ve buz tutmuş tepenin yanında yürüyerek uzun bir süre geçirdik, soru onu rahat bırakmıyordu, bu sözleri duymuş muydu duymamış mıydı? Evet mi, hayır mı? Evet mi, hayır mı? Bu soru hayat memat sorusuydu, gurur, onur sorusuydu..çok önemli bir soruydu, dünyadaki en önemli soruydu. Nadenka, sabırsızca, üzgün bir şekilde yüzüme baktı, konuşmayacağımı anlayınca kendisi konuştu, Ah! Şu güzel yüzünden okunanlar! kendisiyle mücadele ettiğini görüyordum, bir şey söylemek, bir şey sormak istiyordu ama kelimeleri bulamıyordu, üzgün, şaşkın ve korkmuş gibiydi...
Bana bakmadan
- Biliyor musun dedi.
- Neyi?...
- Hadi tekrar kayalım!
Tekrar buz tutmuş tepeye tırmandık, beyaz ve tirtir titreyen Nadenka'yı tekrar kızağa oturttum ve yeniden korkunç boşluğa uçtuk, yeniden rüzgarın uğultusu, kasırganın anaforu, ve kızağımız en hızlı, en gürültülü uçuşunu yaparken, yavaş bir sesle:
- Seni seviyorum Nadenka dedim.
Kızak durduğunda, Nadenka ikimizin kaydığı tepeye baktı sonra benim yüzüme baktı ve ilgisiz, tutkusuz sesimi dinledi ve o minik vücudunun tümünde, her parçasında, hatta manşonu ve başlığında bile büyük bir şaşkınlık okunuyordu, yüzünde 'ne demek istiyor? Kim söyledi bu sözleri? O mu? Yoksa sadece bana mı öyle geldi? Diye yazıyordu sanki.
Emin olamamak onu endişelendirmişti, zavallı kız sorularıma cevap veremedi, kaşlarını çattı, neredeyse ağlamak üzereydi.
Eve dönsek iyi olmaz mı? diye sordum.
Şeyy...ben bu kızak kayma işini çok sevdim, bir kez daha kayalım mı?
Kızakla kaymayı 'sevdiğini' söylüyordu ama geçen iki seferde olduğu gibi, yüzü yine bembeyaz, tirtirtitriyordu kızağa binerken, korkudan zor nefes alıyordu.
Üçüncü kez tepeden aşağı uçtuk, yüzüme, dudaklarıma baktığını gördüm ama mendilimi ağzımın üzerine koydum, öksürdüm ve yamacın yarısındayken, yine
- Seni seviyorum Nadya, demeyi başardım.
Ve esrar yine esrar olarak kaldı! Nadenka, sessizdi, bir şeyler düşünüyordu, onun evini gördüm, yavaş yavaş yürüyordu, ona bu kelimeyi söyleyip söylemeyeceğimi merak ediyordu ve ben ruhunun acı çektiğini hissediyordum, şöyle haykırmamak için kendini sanki zor tutuyordu:
- Bunları rüzgar söylemiş olamaz! Hem rüzgarın söylemiş olmasını istemiyorum!
Ertesi sabah küçük bir mesaj aldım.
- Bugün de kızakla kaymak istiyorsan, bize gelen. N.
O günden sonra her gün Nadya'yla kızak kaymağa gittim. Ve tepeden kayarken, her seferinde yavaş bir sesle 'Seni seviyorum Nadya' dedim.
Zamanla, bu sözler, alkol ya da uyuşturucu gibi Nadya'da bağımlılık yaptı, bu sözleri duymadan yaşıyamıyordu, önceden buz tutmuş tepeden aşağı kaymak onu gerçekten çok korkutuyordu, fakat şimdi korku ve tehlike, sevgi sözcüklerine tuhaf bir cazibe katmıştı, üstelik sözler, eskiden olduğu gibi esrarını koruyordu, şüpheli iki kişiydik: ben ve rüzgar...Nadya aşk sözlerini hangisinin söylediğini hala bilmiyordu, fakat artık aldırmıyordu da, içkiyi hangi kadehten içtiğinizin önemi yoktur yeter ki, sizi zehirlemesin...
Öğleyin bir ara tesadüfen buz tutmuş paten sahasına geldim, paten kayan kalabalığın arasına karıştım, o sırada Nadenka'yı buz tutmuş tepeye tırmandığını gördüm, ve beni arıyordu, sonra ürkerek tepeye tırmandı, Ah! tek başına tepeye çıkmaktan nasıl da korkuyordu! Yüzü bembeyazdı, fakat çok kararlıydı ve korkusuna rağmen tepeye tırmandı, belli ki, sonunda bir deneme yapacaktı, bakalım ben yokken de o tatlı sözü duyacak mıydı? Kızağa binerken solgun dudaklarının korkuyla aralandığını gördüm, kızağa bindi, gözlerini kapadı ve dünyaya elveda diyerek kaymaya başladı, Whrrrrr....Nadenka o sözleri duydu mu, duymadı mı bilmiyordum, sadece kızağın üzerinden bitkin ve solgun bir halde kalktığını gördüm, yüzünden sözleri duyup duymadığını kendisinin de anlamadığı belli oluyordu, kayarken duyduğu dehşetten ne ses, ne başka bir şeyi duyabilecek, ayırtedebilecek halde değildi çünkü...
Fakat sonra Mart ayı geldi...ilkbahar güneşi oldukça nazikti...buzdan tepemiz parlaklığını yitirdi, siyahlaştı ve sonunda eridi. Kızakla kaymayı bıraktık, artık zavallı Nadenka'nın o sözleri duyabilecek hiçbir yeri yoktu. Rüzgar olmadığından ve ben de Petersburg'a gidiyordum, uzun bir süre için belki de ömür boyu.

Yola çıkmadan iki gün önce, akşamüstü küçük bahçede oturuyordum, Nadenka'nın evi ile aramızda bir çit vardı, hala oldukça soğuktu, gübre yığınlarının üzerinde hala kar vardı, ağaçlar cansızdı ama yine de ilkbaharın kokusu vardı ve kargalar sanki gece yatmaya hazırlanır gibi bağırıyordu, çite doğru gittim ve çitin aralığından Nadenka'nın evini gözetlemeye koyuldum, Nadenka verandaya geldi, ve gökyüzüne doğru kederli bir şekilde bakmaya başladı, bahar rüzgarı üzgün, solgun yüzüne çarpıyordu...buz tutmuş tepede, kızakla kayarken, o üç kelimeyi duyduğu anı hatırlıyordu, ve yüzü çok çok kederli bir hal aldı, gözünden bir damla yaş yanağına aktı, zavallı çocuk kollarını uzatarak sanki rüzgarın tekrar o üç sözcüğü söylemesini istedi, ve ben, rüzgarın esmesini bekleyerek yavaşça,
- Seni seviyorum Nadya dedim.
Şükürler olsun! Nadenka'nın yüzü değişti! Bir çığlık attı, tüm yüzü güldü, neşeli, mutlu görünüyordu, kollarını uzatarak rüzgarı kucakladı.
Ve ben de bavullarımı toplamaya gittim.
Bu çok uzun yıllar önceydi, Nadenka şimdi evli...kendi isteğiyle mi, isteğinin dışında mı evlendi bilmiyorum, bu önemli değil, saygın bir yönetici asistanıyla evlenmişti ve üç çocuğu vardı, vaktiyle onunla kızak kaymaya gittiğimizde rüzgarın ona söylediği ' Seni seviyorum Nadenka' unutulmamıştı, bu onun hayatındaki en mutlu, en dokunaklı, en güzel hatırasıydı..
Fakat, şimdi artık yaşlandığımdan, o sözleri neden söylediğimi anlayamıyorum, bu şakayı ne sebepten yapmıştım...
Yazan: ÇEHOVÇeviren: Müjde Dural