ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

23 Şubat 2014 Pazar

Millie'nin İLK PARTİSİ - Kate Chopin

Üzerinde hoş, pembe dokunuşlar olan organze parti elbisesi bitmiş ve Millie'nin odasındaki avizenin altına asılmıştı.

Kız daha önce hiç böyle önemli bir partiye gitmemişti, böyle yerler için yaşı da müsait değildi. Ama abisiyle birlikte annelerine söyledikleri gibi bu bir yaş meselesi değildi., birkaç apartman ötedeki College Hall'da yapılacak olan partiyi abisi Bob'un sınıfı düzenlemişti.  Şiir okuma, sessiz sinema, tablolar(1)....hepsinde Millie'nin de rolü vardı.

Tüm tanıdıkları, onaltı ile yirmi yaş arası herkes gidiyordu. Ama kimse Millie kadar heyecanlı, umutlu değildi. Kız bütün gece partiyi hayal etmiş,dans ve müzik tanrıçası Terpsikore'nin ruhu içine girmiş gibi  bütün gün odalarda poz verip, dansetmişti.

Ya bir şey olursa! Millie'nin ödü kopuyordu. İyi de yağmurdan başka ne olabilirdi ki? Öyle olsa hava durumu müneccimleri(2) bilirdi. Yüz kilometre kadar uzakta oturan teyzesi Mildred epey hastaydı ve annesi şimdiden karalar bağlamıştı.

Ya da elbisesine kıvılcım sıçrayıp, tutuşup yanabilirdi ve yenisini dikecek vakit yoktu. Evin içinde düşüp bileğini burkabilirdi. Düşüncesi bile kızı yirmi saniye ağlattı.

Parti sabahı  tost, pirzola gibi başka basit şeylerle ilgileniyormuş numarası yapmak bile kıza zor geliyordu.

Abisini soru yağmuruna tuttu, vesveseleriyle onu da endişelendirdi. Koltuktan kalkıp annesine sıkıca sarıldı, sonra mutfağa gidip yardımcı kız Kitty'yi kolundan sürükleyip avizenin altında asılı duran pembe beyaz elbisesini göstermeye gitti.

Yerinde duramayan Millie daha sonra basamaklarda oturup puslu gökyüzüne bakarak kendi hava tahmininde bulunmaya çalıştı. O sırada postacı geldi ve nazik bir şekilde mektupları kıza verdi.

Kız elindeki mektuplara ve ilanlara gözataraktan yavaşça eve döndü, Jane teyzesinden annesine bir mektup da vardı. El yazısından tanımıştı, hasta teyzesi Mildred'ın oturduğu şehirden geliyordu.

Millie'yi bir korkudur aldı. Boş salona gidip, oturup Jane teyzesinin mektubuna bakmaya başladı. Mühürlü zarfın içinde saklanan can sıkıcı şeyleri parmaklarıyla hissetmeye çalıştı. Günlerdir yolunu gözlediği sevinci tehdit eden şeyi gözleriyle delip, görmek istedi.

Bir günden ne çıkardı ki? Mektubu evirdi, çevirdi. Bir gün ne fark ederdi ki? Hiçbir şey, kendisi günleri saymıştı. Yine de mektubu cebine atarken kalbi suçluluk dolu bir heyecanla atıyordu.

Sonra yukarı çıktı ve mektubu oturma odasının masasına koydu. Annesinin o anda orada olmamasından memnundu yoksa suratındaki utançtan her şeyi anlardı. Keyfine turp sıkan bu şey çok kötüydü. Okuldayken eli cebine sakladığı mektuba değdiğinde sanki canlı bir şey, bir sürüngen, kaygan bir şey varmış gibi geliyordu. Neredeyse saat üçte eve gidince mektubu annesine vermeye karar vermişti.
Ah! Parti zamanı geliyordu! O ne muhabbetti öyle! Kızlar ağaçlıklı yoldan evlerine dönerken, yaprakların arasındaki kuşlar gibi cıvıldıyorlardı. Elbiselerini, saçlarını, ayakkabılarını, kurdelelerini anlata anlata bitiremiyorlardı! Ama Millie, hiçbirinin avizenin altında uçuşan pembe beyaz bulutla kıyaslanmayacağını biliyordu. Tüm hevesi geri geldi ve hiçbir şey, annesinin kederli yüzü bile keyfini kaçırmadı.

O akşam Millie ev halkının teftişi için ayakta durduğunda, Bob, kardeşiyle gurur duyuyordu ama bunu söylemenin zayıflık olduğunu düşünmüştü.

Yanaklarındaki boyayı biraz silersen olacak Millie” Aman ne espri! Hizmetçi kız Kitty koptu.“

Annesi bu özel gün için çeyiz sandığından beyaz bir bere çıkartıp başına takarken Mille'nin sanki başı göğe ermişti, bir vitrin mankeni gibi döndü.

Daha sonra böyle pekçok parti oldu ama Millie'ye sorarsanız hiçbiri böyle güzel değildi.

Şiir okuma sırası kendisine geldiğinde büyük bir alkış kopmuştu! Sessiz sinema oyununda millet gülmekten yerlere yatmıştı! Canlandırdıkları tablolar nasıl da beğenilmişti! Hele genç çocukların ilgisi, iltifatları. Dondurmalar, kek dağları, limonatalar su gibi akmıştı!

Millie'nin heyecanı eve dönerken de sürmüştü. Bob'un koluna girmiş, minik, heyecanlı dans adımlarını abisinin uzun adımlarına uydurmuş, heyecanı yastığa başını koyana kadar da dinmemişti.

Fakat gözlerini yummadan önce üzerine bir durgunluk hissi geldi, ruhundaki tüm neşe gitti ve mektup gece boyunca rüyalarına girdi.

Ertesi sabah Millie'nin merdivenlerin başına dikilip durması tesadüf değildi. Kız solgundu. Bob'un dediği gibi bir şey yanağındaki rengi silmiş, gözlerinin feri sönmüş, cansız, sıkıntılı bir haldeydi.

Postacıyı bekliyordu. Adam bir,iki mektubu kıza verdikten sonra Millie cebindeki mektubu da bunlara ekledi ve doğruca odada dikiş diken annesine götürdü.

Millie gitmedi, biraz uzakta durup bakmaya başladı. Mektup annesinin ellerinde titreyip de, gözyaşları kağıda dökülmeye başladığında her nasılsa şaşırmadı.

Ne oldu anne?” diye sanki kendi sesi değilmiş gibi sordu. Annesinin yanına gelip kadının başını çarpan kalbine bastırdı. “Ne oldu anne? Seni ağlatan ne?”
Teyzen, iyileşemiyormuş. Doktorlar ümidi kesmiş. Ben gidiyorum – gitmem lazım.”

Annesi ayağa kalkıp, kızını sımsıkı kucakladı, hıçkırıklara boğularak “canım, senin hiç kızkardeşin olmadığından bilemezsin, en sevdiğim kızkardeşim! Evlenene kadar birbirimizin her şeyiydik. Jane öyle değildi, o yaşlı ve sert biriydi. Gitmem lazım. Kitty'yi odama gönder.” diyerek titreyen kızını bıraktı. “hemen yola çıkmalıyım! İnşallah onu sağ bulurum”
Annesinin bindiği tren istasyondan uzaklaştığında, Millie çok huzursuzdu. Günlerden cumartesiydi ve okul yoktu. Tek başına banliyöde hızlı hızlı yürüdü, sanki hızla yürürse, trenin tekerlekleri de hızlanacaktı. Hep aynı şeyi tekrarlıyordu.
birkaç saat sonra oraya varacak ve her şey yoluna girecek”

Mildred teyzesini çok az görmüştü ve fazla kederlenmiyordu, üzüntüsü annesi içindi. Eve geldi o oda senin, bu oda benim gezinmeye başladı. Neredeyse saniyeleri sayarak saatlere bakıyordu, abisi yemek yemesi için ısrar etti ama yemek yiyemedi, sadece soğuk elleriyle çay içti, gözleri beyaz masa örtüsüne bakıyordu.

Öğleden sonra annesine bir telgraf geldi. Bob açtı ve birlikte okudular.

Mildred bugün saat bir'de öldü – Jane

Bob, kardeşini saran keder ve feverana bir anlam veremedi. Saatlerce merak içinde acıyarak kardeşine baktı. Sebebini bugüne kadar anlayamamıştı. Çünkü, acınılacak halde bir pişmanlıkla, hakiki bir nedametle olanları itiraf ettiği Bob değildi; bağışlanması için yalvardığında ise affedilmişti.

Artık yetişkin bir kız olan Millie, o günden beri pekçok partiye gitti ama hiçbiri o parti gibi değildi.

Birkaç gün önce, kıza kavalyelik yapan hoş bir genç, opera dürbününü kıza uzatırken “Millie'nin College Hall'daki partisini hatırlıyor musun?” diye sordu. “Ne kadar değişmiş! Ne asalet! Ne duruş! Ama sanki eksik olan bir şeyler var”

Dürbüne ihtiyacı olmayacak kadar keskin gözlü diğer genç“Öyle mi diyorsun?” diye sordu. “Bence fazla bir şeyler var.”.

Yazan: KATE CHOPIN

Orijinali: http://www.katechopin.org/pdfs/Kate%20Chopin,%20Her%20First%20Party.pdf
Çeviren: Müjde Dural; 


(1) Tablolar: Okul müsamerelerinde öğrencilerin herhangi bir temayı veya tarihi bir olayı canlandırmaları.


 
(2): Weather Prophets: (hava durumu müneccimleri) İçinde şemsiyeli bir adam ve şemsiyesiz bir kadın olan, hava durumuna göre birinin evin önüne çıktığı, ev şeklindeki termometre.

8 Şubat 2014 Cumartesi

YEREL RENKLER / O'HENRY


Lafa illa 'ben' le başlamadan; Rivington'a New York'un karakteristik manzaralarını, olaylarını, şöyle tipik şeylerini araştırdığımı söyledim.

Rivington “A, yazın için mi? Daha iyi birine danışamazdın. New York hakkında bilmediğim şey yoktur. Seni yerel renklerin tam ortasına koyacağım, öyle ki, bir magazin dergisi mi yoksa hastanenin yılancık bölümünde (1) misin anlamayacaksın. Ne zaman başlamak istiyorsun?” dedi.

Rivington, doğma büyüme, öncelikli, benzersiz bir New York'luydu.

Bana gönüllü eşlik ve gözcülük etmesinden ötürü memnunluk duyacağımı, bu sayede Manhattan'ın kocaman, kasvetli, tuhaf özelliklerini not alacağımı söyledim.

Rivington iyi bir dost gibi ilgili “hemen bu akşam başlıyoruz” dedi. “Saat yedide benimle yemek yersin, sonra seni şehrin öyle yerlerine götüreceğim ki, gördüklerini kaydetmek için kinetoskop cihazına(2) ihtiyacın olacak.”

Böylece Rivington'la Forty Eleventh caddesindeki klüpte güzel bir akşam yemeği yedim ve olayların bulunmaz renklerini keşfetmeye çıktık.

Klüpten çıktık, merdivenlerin yanında, kaldırımda iki adam hararetli hararetli sohbet ediyordu.

Bir tanesi ötekine “ Nasıl bir akıl yürütmeyle toplumu üreten ve bir şeye sahip olmayan sınıflar olarak bölmenin, tekelleşmeye meyilli ve zararlı endüstriyel gelişim yaratan rekabetçi sistemlerle kıyaslandığında başarısızlığa yol açtığı sonucuna vardın?” dedi.

Gözlüklü olan diğer adam “Hadi ama, kabuğundan çık!” dedi. “Önerilerin işe yaramayacak. Siz, ağzı iyi laf yapanlar, abuksabuk teorilerinizi kategorize kıyaslamalarla mantıklı sonuçlara varmak için kullananırsınız. Bilgiçlik tasalayarak beni kandıramazsın. Marx, Hyndman ve Kautsky'den örnekler veriyorsun – kim ki onlar?- sahtekarlar. Tolstoy'muş! Adamın tavanarası fare kaynıyor. Rekabetçi sistemleri kaldırıp, yerine 'ortak zenginlik'(3) fikrini koymak sadece hedefi onikiden vurup, yarışı bitirir,  benim hesabıma pşişik aşırı bir duyu, senin hesabına ise hapishane düşer!

Birkaç metre uzakta durup not defterimi çıkarttım.

Rivington biraz sinirli “of hadi ama bunları dinlemek istemezsin”dedi.

Ben “niye yahu, tam da bu tür şeyleri duymak istiyordum. Bu argo tipler senin şehrinin en seçkin özellikleri arasında. Bu Bowery ağzı mı? Gerçekten daha fazla dinlemeliyim.” diye fısıldadım.

İlk konuşan adam “eğer seni anladıysam, ortak çıkarlar üzerine toplumu yeniden örgütlemeye inanmıyorsun değil mi?” dedi.

Gözlüklü adam “senin tarafından bakınca güngüneşlik gözüküyor. Benim tarafımdan bakınca ise sisli, puslu. Ben buna şimdilik pratik olarak inanmıyorum diyorum. Bol paralı adamlar nakit para üzerindeki baskıyı gevşetecek fikre sahip değildir. Teneke konserve kutusuyla ziyafet çekecek adam da İncil okuyan sınıfa katılmaya tam olarak hazır değildir. Renkli çoraplarının üzerine bahse girebilirsin ki, durum her yerde berbat. Ülkenin ihtiyacı olan şey Cobden ya da akıllı Ben Franklin gibi birileri - şöyle süzülerek yürüyüp zencinin kafasına sopayı indirecek. Hızıma yetişebiliyor musun? Ne?”

Rivington sabırsızca kolumdan çekti.

“Lütfen gel, gidip bir şeyler görelim, istediğin şey bu değil”

Ben “gerçekten istediğim bu” diye ısrar ettim. “Bu sert konuşma aradığım şey, kendine özgü insanların konuşması betimlemeye değer. Bu argo Bower ağzı mı demiştin?”

Rivington pes etti ve “pekala sana doğruyu söyleyeceğim, konuşanlardan biri üniversitede profesör, günde bir, iki kez klübe gelir, konuşurken argo kullanmasından gına geldi, bunun lisanını geliştirdiğini söylüyor. Konuştuğu adam ise New York'un ünlü bir sosyo ekonomisti. Şimdi gelecek misin? Biliyorsun bunu kullanamazsın”

“Hayır kullanamam, buna tipik New York diyebilir misin?”

Rivington, rahatlayarak “tabii ki diyemem”dedi. “Farkı görmene sevindim. Ama gerçekten eski, kaba Bowery argosunu duymak istersen bulacağın yere götüreceğim.”

“Çok hoşuma gider, yani asıl olan şu ki, hep kitaplarda okuduğum ama kulağımla işitmediğim şeyler...bu tiplerin arasında korumasız dolaşmak tehlikeli olmasın?”

Rivington “yok yok, bu saatte olmaz. Gerçeği söylemem gerekirse epeydir Bowery'ye gitmedim ama orayı Broadway'i bildiğim kadar bilirim. Birkaç tipik Bowery'li çocuk bulup konuştururuz. Dünyanın hiçbir yerinde duymayacağın garip bir dille konuşuyorlar.” dedi.

Rivington'la 42. caddeden bir tramvaya binip doğuya, sonra üçüncü caddeden güneye gittik.

Houston caddesinde indik ve yürüdük.

Rivington “Artık meşhur Bowery'deyiz” dedi. “Şu hikayelerde ve şarkılarda anlatılan Bowery'de”

Vitrinleri etiketli gömleklerle dolu, erkek giyim mağazalarını geçtik, başka bir mağazada kravatlar vardı ama gömlekler yoktu, insanlar kaldırımda yukarı aşağı geziniyordu.

Burası bir bakıma bana şeftali sandıklama sezonundaki Koko-mono endüstrisini hatırlattı.

Rivington kızdı.

“Cebinde bol parayla, şu barlara veya vodvil gösterilerinden birine adımını atarsan Bowery'in ününü nasıl hak ettiğini anlarsın”

Soğukça “imkansız şeyler söylüyorsun” dedim.

Rivington yavaş yavaş durdu ve Bowery'nin tam göbeğinde olduğumuzu söyledi. Köşede tanıdığı bir polis memuru vardı.

Rehberim “Merhaba Donahue!” dedi. “İşler nasıl? Arkadaşımla ben birazcık buraların yerel renklerine, renkli dünyasına bakmaya geldik. Bowery'li bir tiple tanışmaya can atıyor. Bize böyle renkli birini bulabilir misin? Tam buraların adamı olan biri”

Polis memuru Donahue hantal bir şekilde döndü, kırmızı yüzlü düzgün biriydi, copuyla aşağıdaki klübü gösterdi.

“Kesinlikle. Bakın  doğma büyüme Bowery'li bir genç geliyor, buranın her karışını bilir eğer bir gün Bleecker caddesinden yukarı çıktıysa bilemem.”

Düzgün yüzlü, 28, 29 yaşlarında bir adam, elleri cebinde bize doğru geliyordu. Polis Donahue, copunun nazik bir hareketiyle adamı durdurdu.

“İyi akşamlar Kerry”dedi. “Bu iki centilmen benim dostlarım. Senden biraz Bowery'yi anlatmalarını istiyorlar. Onları biraz gezdirir misin?”

Genç adam “Elbette Donahue”diyerek dostça bize gülümsedi. “iyi akşamlar beyler”. Donahue, devriyesine devam etti.

Rivington dirseğiyle beni dürterek “bu gerçek, ağza bak!” dedi.

Rivington şapkasını geri iterek “baksan ahbap, n'aber? Arkadaşım ve ben şöyle eskileri arıyorduk, aynasız senin Bowery'li olduğunu söyledi doğru mu?”

Rivington'un olaya adapte olmasına hayran kalmaktan kendimi alamadım.

Genç adam dobra dobra “Donahue haklıydı. Ben burada büyüdüm. Gazete dağıttım,boksörlük yaptım, çetelere girdim, barmenlik ve her çeşit anlamında 'spor' yaptım. Bu tecrübelerim sayesinde elbette Bowery'deki yaşama vakıfım. Ne tür bilgi ve tecrübe duymak istiyorsanız, Donahue'nun arkadaşlarının hizmetindeyim.”

Rivington uyuz olmuştu.

Yalvarır gibi “bizi işletmiyorsun ya? Bu senden beklediğimiz konuşma şekli değil. Bir kere bile “hully gee” demedin. Sen gerçekten buralı mısın?”

Bowery'li çocuk gülümseyerek “korkarım ki, bazı edebiyat yapıtlarında anlatılan Bowery'nin sahte yüzü sizin aklınızı çelmiş. Sözünü ettiğiniz 'argo' yu üçüncü caddenin aşağısındaki bilinmeyen ıssız yerleri istila eden ve yerel halkın ağzına tuhaf sesler yerleştiren, edebiyatçı kaşifleriniz icat etti. Kuzeye ve batıya uzak, güvenli evlerinde oturan saftirik okurlar da bu yeni 'lisan'a kanıp, inandı. Gerçek kaşifler olan Marco Polo ve Mungo Park gibi ama keşif ile icat arasındaki farkı bilemeyen hırslı ruha sahip bu insanlar, bu kaşiflerin edebiyatçı artıkları metro çöplerini topluyorlar. Bowery'de oturanlara atfedilen bu şehir efsanesi lisana ait romanlar basıldıktan sonra, bazı deyimlerin ve metaforların bir dereceye kadar benimsenip, kullanılmaya başlandığı bir gerçek. Çünkü bizim insanlarımız ticari avantajlarının yararına olan şeylere çabucak uyum sağlarlar. Yeni keşfedilmiş mahallemizi ziyarete gelecek ve romanlarda okudukları şeyleri bulmayı uman turistler için pazarın taleplerini yerine getirdiler.”

“Fakat konudan uzaklaştım beyler, size nasıl yardımcı olabilirim? İnanın mahallemiz çok misafirperverdir. Söylemeye utanıyorum bir sürü ucuz eğlence mekanı vardır ama sizi cezbedeceğini sanmam.”

Rivington, bana yaslandı ve “gel de bizimle bir tek at” dedi.

“Teşekkür ederim ama ben içki içmem. Bir damla alkol bile insanın perspektifini değiştiriyor. Ve ben de perspektifimi korumalıyım çünkü Bowery hakkında inceleme yapıyorum. Burada neredeyse 30 yıl oturdum. Burasının ruhunu ancak anlıyorum. Burası yüzlerce dere tarafından beslenen büyük bir nehir gibidir. Her dere akıntıyla farklı tohumlar getiriyor, acayip kollar ve yosunlar. Ve bazen de gelecek vaadeden çiçekler. Bu nehri anlamak için sele engel olacak duvarlar inşaa edecek bir adam lazım. Bu adam hem bir doğa bilimci, hem jeolog hem hümanist, hem dalgıç ve iyi bir yüzücü olmalı. Ben Bowery'imi seviyorum. Burası benim beşiğim ve ilham aldığım şey. Bir kitap yazdım. Eleştirmenler nazikti. O kitaba yüreğimi koydum. Bir tane daha yazıyorum bu seferkine hem yüreğimi, hem kafamı koymak istiyorum. Beni rehberiniz kabul edin beyler, size nereyi göstereyim?”

Rivington'a ancak göz ucuyla bakacak cesaretim kalmıştı.

Rivington “Sağol”dedi. “Biz şey arıyorduk.....yani....arkadaşım...mahcup oldum..mecburen ona uydum..hep aynı..”

Dostumuz “Yine de bizim Bowery'li gençlerimizle tanışmak isterseniz, buradan iki blok ötede East Side Kappa Delta Phi derneğine sizi götürmekten memnun olurum” dedi.

Rivington “çok üzgünüm” dedi. “Fakat arkadaşımın bu gece acelesi var. Yerel yerlerin dışına çıkınca korkuyor. Sizin derneğe gitmeyi çok isterdim ama başka zaman.”

Birbirimize veda ettik ve eve giden bir arabaya bindik. Yukarı Broadway' de bir tavşan aldık ve köşede Rivington'la ayrıldık.

“Şey böyle bir şey olsa olsa bizim küçük New York'ta olurdu.” dedi.

Son olarak bu tipik bir Rivington lafıydı.

YAZAN: O'HENRY
Orijinal öykü: A Little Local Colour
çeviren: müjde dural


  1. Yılancık hastalığı hastanın yüzünün, rengarenk olmasına sebep olan bir deri hastalığı. Çevirirken daha uygun bir şey ( çiçekçi dükkanı vs. )de diyebilirdim ama sadık olsun diye değiştirmedim.
  2. Kinetoskop cihazı google görsellerde görebilirsin, çok eski (1890'lı yıllardan kalma)bir cihaz.

    3. Ortak zenginlik, (cooperative commonwealth) sosyalistlerin, solcuların, işçi partilerinin savunduğu bir iktisadi terim


    çevirenin notu: Anlamını bulamadığım sözcükler:
    skallybootin; roopteetoop; cull;