ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

27 Ocak 2012 Cuma

BUZ GELİNİ (The BRIDESICLE) - Will McINTOSH



“ Hey, merhaba orada mısın?” diyen yumuşak ses kızı uyandırdı.

Kız göz kapaklarının üzerindeki ışığı hisseti, gözlerini açarsa acıyacağını biliyordu, eliyle gözünü kapatıp, ışığın parmaklarının arasındaki aralıktan gelmesini sağlamalıydı.

Yumuşak sesli bir erkek “konuşabilecek halde misin?” dedi.

Sonra hafızası ne olduğunu merak edecek kadar aydınlandı, annesi neredeydi? Hafızasını yokladı ama bir cevap alamadı. Bu mümkün değildi. Annesini bir kez beynine aldıktan sonra onu tekrar atamazdı, bu annesini eve çağırmak gibi değildi, annesi beynine girdikten sonra çıkışı yoktu çünkü annesinin geri dönebileceği bir vücudu yoktu.

Öyleyse annesi neredeydi?


“Hah, artık uyandığını biliyorum. Hadi uyuyan güzel, konuş benimle.” Son cümle bir fısıltı, bir aşığın sözleriydi ve Mira uyanmak ve gözlerini açmak zorunda olduğunu hisseti. İç geçirmek istedi ama nefes alamadı. Gözleri korkuyla sonuna kadar açıldı.

Yaşlı bir adam ona yaslanmış, gülümsüyordu. Ama Mira adamı zarzor gördü çünkü nefes almak için ağzını açtığında, ağzından hava yerine sanki kuş gibi bir ciyaklama çıkmıştı ve ellerini yüzünün iki yanına bastırmak istedi ama yapamadı. Yüzünden başka hiçbir yerini oynatamıyordu.

“Merhaba, nasılsın?”

Yaşlı adam sanki gülümsemeyi bırakırsa Mira kaçacakmış gibi içten gülümsüyordu. Sonra adamın o kadar da yaşlı olmadığını farketti, belki altmışındaydı. Alnındaki ve burnundaki çizgilerin o kadar derin gözükmesinin sebebi adamın kendisine neredeyse öpüşecek kadar yakın olmasındandı. “rahatsız mısın?” adam yakınlaştı ve saçlarını okşadı. Nefes alabilmen için arka dişlerini sıkman gerek. Sana söylemediler mi?”

Hafif bir rüzgar- bir hava akımı gırtlağından ağız ve burnuna ulaştı. Burun deliklerindeki minik kılları kımıldattı ve dişlerini sıkınca hava göğsünü inip çıkartmaya yetecek bir ıslığa dönüştü ama öyle olmadı ya da oldu ama kız bunu anlayamadı çünkü başını kaldırıp bakamıyordu.

Mira “Neredeyim - ?” dedi ama korkuyla inledi çünkü sesi sanki bataklıktan çekip çıkartılmış biri gibi korkunç, boğuk, derin ve kof çıktı.

“Alışması biraz zaman alır. Ben ilk miyim? Seni daha önce kimse canlandırmadı mı? Alıştırmak için bile?

İlk olmakla ne kasdediyorsa bu durum adamı memnun etmiş gibiydi. Mira adamı tanıyıp tanımadığını inceledi. Sanki Mira'nın onun gelmesinden mutlu olacağını bekler gibi bir hali olması dikkatini çekmişti. Yakışıklı biri değildi, burnu geniş ve çıkıntılıydı, aristokrat burnu da değildi. Burun delikleri boğanınki gibi, alnı mağara adamı alnıydı ama ağzı zarifti. Kız onu tanımadı.

“Kımıldayamıyorum. Niye kımıldayamıyorum?”

Mira sonunda elinden geldiği kadar etrafına bakınabildi.

“Her şey yolunda, sakin ol. Sadece yüzünü oynatabiliyorsun”

“Ne oldu?”

“Bir araba kazası geçirdin”

Şimdi adamın alnı ilgiyle kırışmıştı. Avucundaki bir yazıya baktı. “oldukça kötü durumda. Aort yırtılmış, sağ bacak kopmuş”

“Sağ bacak kopmuş mu? Kendi bacağı mı? Üzerine eğilen adam ve çok çok yüksekteki altın rengi tavandan başka bir şey göremiyordu.

“Burası hastane mi?”

“Hayır, hayır, bir evlilik bürosu”

“Ne?”

İlk kez odada başka seslerin de olduğunu farketti, alçak, içten ve güven verici şekilde konuşuyorlardı. Şuna benzer cümleler yakaladı:

“.......doğal renkler. İnsan nasıl menekşe rengini seçer?”

“........ Day-Glows konserine en son gittiğimde onyedi yaşındaydım.”

“Bunu söyleyen ben olmak istemezdim.”

Adam omzunun üzerinde dönüp ona baktı. “genellikle önceden alıştırırlar.”

Sesini yükseltti. “Hey?” Kıza doğru baktı, omuzlarını silkti, şaşkın gibiydi.

 “Galiba iş bana kaldı” Mira'ya doğru uzandı, ellerini kenetledi. “Gerçek şu ki, gördüğün gibi o kazada öldün”

Mira, adamın sonra söylediği birkaç şeyi duymadı. Kendini havada uçuyor gibi hissediyordu. Birisi öldüğünü söylese de ölmüş olabileceğini düşünmek saçmaydı. Ama bir şekilde bu ona doğru gibi geldi. Öldüğünü hatırlamıyordu ama bugün ile dün arasında kesin bir sınır hissediyordu. Bu fikir yüzünden artık ölü olan bedeninden çıkmak, kaçmak istedi. Dişleri bir ölünün dişleriydi.

“.......sigortan derin dondurucuda saklanmanı karşıladı. Ama tamamen canlandırmak özellikle kötü yaralanmalar varken müthiş pahalıdır. İşte evlendirme büroları bu yüzden.....”

Mira “annem nerede?” diye sözünü kesti.

Adam tekrar avucuna baktı. Başını salladı.

“bir zihin yolcun var, annen zihninde yaşıyor”

Adam tekrar etrafına baktı, sanki birine el sallarmış gibi elini kaldırdı sonra indirdi.

Yolcu. Ne kadar uygun bir tanım. “Annem gitti mi?”. Mira “annem öldü mü?” demek istedi ama bu sözcük ona çok belirsiz bir kavram gibi göründü.

“Evet, bir zihin yolcunun olması için beyninin sürekli aktif olması gerekir, sen ölünce yolcu da gider”

Mira bir telefon numarasını hatırlamaya çalışır gibi düşündü. Akılda tutmaya çalışırsınız, bir kez unutursanız bir daha asla hatırlayamazsınız. Mira bayağı bir rahatladı. Uyandığı andan itibaren annesinin sesini duymayı beklemişti. Şimdi duymayacağını biliyordu ve rahatladı. Annesinin ölmesinden dolayı rahatladığı için suçluluk hissetti ama kim ona kabahat bulabilirdi? Kesinlikle annesini tanıyan hiç kimse. Asla Lynn değil.

Kız “ Bir kızkardeşim var” dedi. “Lynn” Çenesi kaskatıydı.

“Evet ikiz kızkardeşin. Artık bu iş ilginç oluyordu. Adam sırıttı, kaşlarını kaldırdı.

“Hala hayatta mı?”

Adam aptal olduğunu ima eder bir ses tonuyla “hayır” dedi. “sen öleli seksen yıl oldu uyuyan güzel.”
Tüm bunlar çok sıradanmış gibi bir el işareti yaptı.

“Ama biz bugüne odaklanalım. Şimdi bu iş şöyle oluyor, tanışıyoruz, buluşuyoruz, eğer anlaşırsak”omuzlarını kulaklarına kadar kaldırıp, nazikçe güldü. “ seni canlandırmaları için gerekli parayı ödüyorum ve birlikte oluyoruz”

Buluşmak.

“ ve benim adım Red. Elimdeki bilgiden senin isminin Mira olduğunu biliyorum. Tanıştığımıza memnun oldum Mira.”

Mira “memnun oldum” diye mırıldandı. Adam bir araba kazasında öldüğünü söylemişti. Hatırlamaya çalıştı ama hiçbir şey aklına gelmedi. Kaza hakkında hiçbir şey. Aklına gelen hatıralar annesiyle olan ağız kavgaları, tartışmalardı. Bir alışveriş merkezinde tartışmışlardı. Annesi, Mira'nın sevdiği her şeyden nefret ediyordu. Mira'yı yaşlı kadınların giysilerinin olduğu reyona götürüp, ucuz, sıradan elbiseler alıyordu. Annesinin Mira'nın vücudu üzerinde kontrolü yoktu(kadın sadece bir zihin yolcusuydu)ama kontrolün de çeşitleri vardır.

Red ellerini çırptı. “e, Mira” dedi. “saçmalamaya devam edecek miyiz yoksa daha samimi olalım mı?”
Kaşlarını kız ikizlerden söz ederken olduğu gibi yine kaldırdı. Mira “anlamıyorum” dedi.

“Şeeey, mesela şöyle sorayım”. Kıza yaklaştı, nefesi kulağını yaladı.“Seni canlandırırsam bana ne tür şeyler vaadediyorsun?”

Mira bu adamın isminin Red olmadığından emindi ve buraya birisini canlandırmak için geldiğinden de kuşkuluydu. “Bilmiyorum. Bu çok özel bir soru. Niye önce birbirimizi tanımıyoruz?” Düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Bunları anlamak için hiçolmazsa birkaç dakikalık bir sessizlik.
Red, poz yapar gibi kaşlarını kaldırdı “hadi, birazcık azdır beni”

Red'e eşcinsel olduğunu söylemeli miydi acaba? Kesinlikle hayır. İlgisini kaybeder ve belki de burasının sahibi kimse ona rapor ederdi. Fakat burasının sahibi kimse eşcinsel olduğunu neden bilmiyordu? Belki bilmediği o alıştırmanın bir parçasıydı. Sebebi ne olursa olsun bu durumdan alınma, fişinin çekilmesi ve gömülmesi riskini göze almak istiyor muydu?

En kötü şey bu muydu?

Bu düşünce unuttuğu bir şeyi çağrıştırdı. Hayatındaki her şey uzun zaman önce, çoktan unutulmuştu. Bu süre zarfındaki bazı şeyleri düşünmüştü ve hafızası olmadan bile bunlar ona acı veriyordu. Hafızasını yoklamaya çalıştı ama ne zaman bir şey hatırlamaya çalışsa bir boşlukla karşılaşıyordu. Hayattayken çaba harcamadan hafızasını yoklayabiliyor muydu gerçekten yoksa hatırladığı bu muydu?

“Şeyy sadece havamda değilim” demek istedi. Fakat bu sadece bir bahane değil, durumu çok hafife almaktı. Ölüydü. Yüzünden başka hiçbir yerini oynatamıyordu ve bu yüzden kendisini havada uçuyor veya yüzüyor gibi hissediyordu. Eller ve ayaklar seni yere bağlar. Mira bunu hiç farketmemişti. “Sadece bu tür şeylerde pek iyi değilim”

“Şeyy”. Red ellerini beline koyup, trip yaptı.

“bu iş oldukça pahalı ve her dakikası para demek. Bu yüzden şimdilik sana Hoşça kal diyeceğim, ölmüş olmaya kaldığın yerden devam edebileceksin”

Mira “devam etmek mi? Bekle!”dedi. Onu canlandırdıktan sonra tekrar ölüme terk edebiliyorlar mıydı? Bedeninin bir yerlerde yıllarca belki sonsuza kadar hapsolduğunu gözünün önüne getirdi. Bu düşünce onu korkuttu. Red, durakladı, bekledi “peki, ben......”Kız bir şeyler düşünmeye çalıştı ama aklından o kadar çok şey geçiyordu ki ama hiçbiri Red'in kendisine sapıkça yaslanmasıyla ilgili değildi.

Tamamen “canlandırmanın” başka yolları da var mıydı? Temas kurabileceği herhangi yaşayan bir akrabası var mıydı? Ya da geçen seksen yıl boyunca tahakkuk eden bir para hesabı? Öldüğü zaman hiç birikmiş parası var mıydı? Bir evi vardı – bunu hatırlıyordu, Lynn'e kalmış olmalıydı.

Red “iyi, konuşmayacaksan sana sadece Hoşça kal diyorum” diye pat diye söyledi. “Fakat başka birisini bekleme, yaraların yüzünden canlanman çok pahalıya çıkıyor ve burada daha binlerce kadın var. Artı, erkekler burası açılmadan altmış yıl önce dondurulmuş kadınlarla ilgilenmiyorlar çünkü bu tür kadınlarla pek ortak noktaları olmuyor”

Mira “lütfen” dedi.

Adam kızın başının üzerindeki bir şeye ulaştı, gözden kayboldu.

Mira, rüyasında ormanda bir yolda koştuğunu gördü, yol gittikçe dikleşiyor, dikleşiyor, sonra büyük basamaklara çıkıyordu. Sonra çürük, tahtadan bir kuleye varıyor ve yukarı çıkıyordu. İçerisi karanlıktı ve zarzor görüyordu ama koşmak iyi gelmişti, ne kadar dik olduğunun farkına varmayalı uzun yıllar olmuştu, daha da yukarı çıktı, geri dönmeyi düşündü ama bu kadar gelmişken en tepeye çıkmayı istedi. Sonunda tepeye ulaştı, büyük bir nehre bakan bir pencere ve nehir boyunca güzel bir üniversite kampüsü vardı. Daha iyi bakmak için pencereye yaklaştı, yaklaşırken kızın ağırlığının değişmesiyle kule yan yattı ve aşağı düşmeye başladı. Kule hızla aşağıdaki binaların üzerine düşüyordu. “işte bu” diye düşündü. Midesine kramplar giriyordu. “bu benim ölüm anım”

Mira, yere değmeden önce uyandı.

Yetmiş yaşlarındaki bir adam gözlerini kısmış kıza bakıyordu. Kızın başının üzerine doğru eğilerek

“Tipim değilsin” diye mırıldandı.

“Merhaba” sesi balgamlı çıktı. Adam boğazını temizledi. “daha önce bunu yapmamıştım”.Şişman bir adamdı, belki de kırk yaşındaydı.

Mira hala uyku sersemi “ günlerden ne?” dedi.

Adam “3 ocak 2352” dedi. Neredeyse otuz yıl geçmişti. Adam bileğinin tersiyle ağzını sildi. “burada olduğum için biraz rahatsızım kendimi çocuk tacizcisi filan gibi hissediyorum”. Kaşlarını çattı. “Fakat bu çekmecelerde gerçek aşkı bulan insanlarla ilgili öyle çok hikaye var ki, kuzenim Ansel ikinci eşiyle bir canlandırma merkezinde tanışmış, hoş bir kadın.”

Adam kıza yarımyamalak gülümsedi “bu arada adım Lycan”

“Ben de Mira, tanıştığımıza memnun oldum”

“Çok hoş bir gülüşün var, dürüst biri olduğunu söyeyebilirim, canlanıp sonra boşanmak için beni kullanmazsın. Buna dikkat etmelisin.” Lycan yan oturdu, belki daha zayıf gözükmeye çalışıyordu.

Mira “bunun nasıl bir şey olduğunu anlıyorum” dedi.

Lycan içini çekti “belki bir kadınla buzgelin merkezinde tanışmak zavallılık ama şirket toplantılarında ellerin bir başkasının elini tutacakken, ceplerinde gezmek kadar zavallıca değil ya da partiye çok kötü gülen, kötü espriler yapan ve senden on yaş büyük ve pek güzel olmayan bir kadınla gelmek asıl zavallılık. Boşver insanlar genç, güzel karımın canlandırıldığından şüphelensiler, yine de kıskanacaklar ve herkes karımı incelerken ben eli onun elinde, başım dik gezeceğim”

Lycan bir an sustu. “Büyükannem çok konuştuğumu söylüyor, kusura bakma”

Demek Lycan'ın da bir zihin yolcusu vardı. En azından bir tane. Anlatması zor, insanzihninde bir yolcu taşıyorsan, aynı anda iki kişiyle konuşmak konusunda çok iyi oluyor.

Mira “Hayır, hoşuma gitti” dedi. Bu kıza çok değerli olan zamanını veriyordu. Hayattayken, Mira'nın çok az zamanı olan günleri olmuştu. Ama düşünmek için her zaman zamanı olmuştu. İşe giderken, kuyrukta beklerken ve aradaki bütün zamanlarda düşünebilmişti. Birdenbire düşünmek en değerli şeyi olmuştu.

Lycan avuçlarını sildi. “ilk buluşmalarda pek iyi değilimdir”

Mira elinden geldiği kadar iyi gülümseyerek ama gülümsemesinin adama ulaşmadığını bilerek“çok iyi gidiyorsun” dedi. Buradan çıkmalıydı, bu adamlardan birini kendisini canlandırması için ikna etmeliydi. Bu adamlardan biri mi? Burası açıldığından beri elli yıl içinde kızı canlandırmak için gelen üçüncü adamdı. Ve ilk gelen adam – o sapık- doğru söylediyse, burada ne kadar çok kalırsa o kadar az talep edilecekti.

Mira nasıl bir yerde olduğunu görmeyi çok istiyordu. Bir tabutun içinde miydi? Bir yatak mı? Boynunu oynatabilmeyi isterdi. “Burası neye benziyor?” diye sordu. “bir odada mıyız?”

“Görmek mi istiyorsun? İşte bak” diyerek avucunu kızın yüzünün biraz yukarısında tuttu. Avucuna gömülü bir ekranda üç boyutlu görüntüler ve yazılar bir aynaya dönüştü.

Mira ürperdi. Kendi ölü yüzü ona bakıyordu. Cildi gri, dudakları morumsuydu. Yüzü pörsümüştü. Huzur içinde olmaktan ziyade biraz dengesiz ya da zeka özürlü gibi gözüküyordu. Parlak, gümüş rengi bir şeyle boynuna kadar örtülüydü.

Lycan aynanın açısını değiştirerek kıza odayı gösterdi. Burası muazzam büyük bir alışveriş merkezinin girişi gibi, büyük, açık bir yerdi. Girişin ortasında bir asansör aşağı iniyordu.
İnsanlar güzel tasarlanmış köprülerden çabucak geçerken kristal mavisi sular; havada asılı duran büyük, seffaf tüplerin içinde, uçan dereler intibası bırakarak kıvrımlı patikaları izliyordu. Yanında bir adam açık çekmecenin başında duruyordu, ağzı oynuyor, başını sallıyor, sıkılgan bir tavırla elleri kucağında duruyordu.

Lycan aynayı çekti. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

Mira “ne oldu?” dedi.

Adam konuşmak üzere ağzını açtı sonra fikrini değiştirip başını salladı. “Yok bir şey”
“lütfen söyle”

Uzun bir sessizlik oldu. Mira onun bir iç çatışma yaşadığını tahmin etti. Sonunda Lycan cevap verdi. “Bu iş beni çok rahatsız ediyor: Ölü biriyle konuşuyorum. Elini tutsam, parmakların soğuk ve katı olacak.”
Mira tavana baktı. Utandığını hissetti. Kendisini kaplayan ölü bedeninden utanmıştı.

Adam sanki ayıp bir şeymiş gibi “nasıl bir şey?” diye fısıldadı.

Mira cevap vermek istemedi ama tekrar ölmek de istemiyordu. “Zor, hiçbir şey üzerinde kontrolünün olmaması, canlanabilecekken ya da birisiyle konuşurken. Ve dürüst olmak gerekirse ürkütücü. Bu buluşma sona erdiğinde ben gitmiş olacağım – ne düşünce, ne rüya, sadece hiçlik, bu beni korkutuyor. Buluşmanın sona ermesinden önceki şu son dakikalarda çok korkuyorum”

Lycan sorduğu için üzülmüştü. Mira, Lycan'ın zihin yolcularını sorarak konuyu değiştirdi. Adamın iki yolcusu vardı: Babası ve babaannesi.

Mira “anlamıyorum, madem insanları canlandırmayı biliyorlar niye hala zihin yolcuları var?”dedi. Mira'nın zamanında tıp bilimi çok büyük bir buluş beklenecek kadar ilerlemişti ve dondurma olağan bir işlemdi ama ölüler hala ölüydü.

Lycan işin gerçeği olarak “bedenler yıpranıyor” dedi. “Eğer doksandokuz yaşındaki bir hanfendiyi canlandırırsan, yaşlanmaya devam ediyor. Bana kendinden bahsetsene, senin de bir yolcun olduğunu gördüm”

Mira, Lycan'a annesinden söz etti ve adamın ağzından başsağlığı sözcükleri döküldü, kız da bu sözler makbule geçmiş gibi numara yaptı. Annesine beyninde evsahipliği yapmaya nasıl razı olduğu hakkında bir fikri yoktu. Bir bakıma bu tamamen bencilce bir sebepti, hayır derse suçluluk duygusuyla yaşayamayacağını biliyordu. Annesinin yaptığı duygusal bir şantajdı ama kusursuz bir şekilde yerine getirilmişti.

“Ama ben ölüyorum Mira, korkuyorum, lütfen” Seksen yıl ve ölümden sonra bile Mira hala annesinin sürekli ızdırap içindeki sesini duyabiliyordu.

Annesini düşününce korkunç bir karanlık içini sardı, suçluluk ve utanç duyuyordu. Ama neden utanıyordu? Annenizin size yaptığı tek iyilik sizi dünyaya getirmekten ibaretse ona ne borçlu olurdunuz? Beyninizde onun için bir yer borçlu musunuz? “Yakışıklı bir adam” yerine bir kadını seviyorsanız ve anneniz size küserse ne olur? Ruh eşiniz acı çekerek ölmüşse, annenizin sizi teselli ederken “belki bir dahaki sefere bir erkeği denemelisin” demesi nasıl oluyor? Sanki Jeanette'in ölümü annesini haklı çıkartmış gibi.

Lycan “gerçekten burada birini bulur, canlandırma karşılığında benimle evlenmeye söz verirse ne olacak?” diyordu. “İnsanlar onun benim için fazla güzel olduğunu farkedip, onunla bir buzgelin merkezinde tanıştığımı tahmin ederlerse ne olur? Nerede ve nasıl tanıştığımıza dair ikna edici bir hikaye bulmalıyız, uyduruk olduğu anlaşılmayacak bir şey olmalı”

“Buzgelin mi?”

“ Evet, bazıları bu tür yerlere böyle diyorlar”

Demek birisi onu canlandırsa bile, parya gibi bir şey olacaktı. İnsanların onunla bir işi olmayacaktı. Annesinin sesi zihninde yankılandı, neredeyse cümleyle uyumluydu.

Seninle bir işim olmaz, ne seninle ne de kız arkadaşınla.

Lycan “Korkarım gitme zamanı geldi, biraz bakınacağım. Ama belki yine görüşürüz” dedi.

Kız tekrar ölmek, yine o boşluğa fırlatılmak istemiyordu. Düşüneceği, hatırlayacağı çok şey vardı. Tüm söylediği “memnun olurum” oldu. Bu adama kendisini öldürmemesi için yalvarma, bağırma isteğine direndi. Eğer Mira böyle yaparsa adam bir daha asla gelmezdi. Adam kızı kapatmak üzere eğilince, Mira son birkaç saniyesini kazayı hatırlamak için kullandı.

Lycan tekrar geldi. İlk ziyaretinden bu yana bir hafta geçtiğini söyledi. Mira'nın ne kadar zaman geçtiğine dair hiçbir fikri yoktu, uyuyormuş gibiydi, kız için bir hafta da, otuz yıl da aynıydı.

“onbir kadınla konuştum hiçbiri senin yarın kadar bile ilginç değildi. Özellikle yakın zamanda ölen kadınlar. Çağdaş kadınlar ortak bir noktada buluşma konusunda çok isteksiz, çok boş oluyorlar. Didişmeyle dolu bir ilişki istemiyorum- karımın ihtiyaçlarıyla ilgilenmek istiyorum, “hayır hayatım, senin istediğin filme gidelim” demek ve onun “yok, tamam, diğer filmi görmeyi ne kadar istediğini biliyorum” demesini duymak ve bazen onun istediği, bazen de benim istediğim filme gitmeyi istiyorum.”

Mira sesinin tonunun samimi olmasını umarak “ne demek istediğini anlıyorum” dedi. Mezarlıktan gelen ses ne kadar samimi olacaksa tabii.

“Ben de bu yüzden 125 yıl önce ölmüş kadınların olduğu kata geldim. Dedim ki; Neden daha masum çağlardan bir kadın olmasın? Büyük ihtimalle daha minnetar olacaktır. Alıştırma bölümündeki görevli, yaşayan bir kadın yerine, bir buzgelin seçmemin iyilik olacağını söylemişti– birine mahrum kaldığı şeyi, hayatını veriyorsun - Yine de kendimi kandırmıyorum, bunu asaletimden yapmıyorum ama birisi için iyi bir şey yaptığını düşünmek güzel. Ayrıca alt kattaki kadınlar üst kattakilerden daha yardıma muhtaçlar, sen uzun süredir sıradasın.

Mira uzun süredir sıradaydı buna rağmen ona öyle gelmemişti, öldüğünden beri sanki sadece -ne kadar? bir ay mı geçmişti? Tahmin etmek güçtü çünkü öldüğünü hatırlamıyordu. Mira geçmişi düşünmeye başladı. Arabasıyla şehir içinde mi karayolunda mı kaza yapmıştı? Hata kendisinde miydi? Aklına kazadan muhtemelen haftalar önce annesinin onu nasıl deli ettiğiyle ilgili anılardan başka hiçbir şey gelmedi.

Artık annesini zihnine aldığına göre kimseye aşık olamazdı? Annesi gözetlerken birisiyle nasıl sevişecekti? Bir erkek bile söz konusu olamazdı ki, zaten bir erkeğin olması söz konusu değildi.
Lycan, “yine de tuhaf, birine onunla ilgilenmediğini söylemenin kibar bir yolu yok” diyordu. “Hanımları reddetmek huyum değildir, tam tersi, eğer bu çekmecede olmasaydın muhtemelen bana dönüp bakmazdın.”

Mira adamın kendisinden yanıldığını, dönüp ona bakacağını söylemesini beklediğini anlıyordu. Bu zordu- hissetmediği bir şeyi hissediyormuş gibi yapmak tabiatında yoktu. Fakat tabiatını şereflendirme lüksüne sahip değildi.

“Elbette bakardım. Sen yakışıklı ve harika bir adamsın”

Lycan'ın gözlerinin içi ışıldadı. Mira bize ne olacak diye düşündü, ne kadar tuhaf olsa da her yalana inanacak mıyız?

Lycan “bilirsin bazı insanlar senin içini tutuşturur, nefesini hızlandırır, diğerleri yapamaz. Söylemesi zor ama biriyle karşılaştığın ilk üçbeş saniyede bunu anlarsın” dedi. Bir an bakışları dondu bu kesinlikle onun alışık olmadığı bir şeydi. Sonra kızararak önüne baktı.

Mira “ne demek istediğini anlıyorum” dedi. Biliyormuş gibi içten gülümsemeye çalıştı, kendini bok gibi hissediyordu.

Bu sefer arkadan bazı mırıltılar geldi.

“.....hayatta ve canlanınca, sevip koruyacağıma....”

Mira “bu duyduğum şey de nesi? Bir evlilik andı mı?” dedi.

Omzundan bakan Lycan, başını salladı. “burada hep olur, aksi halde birisini canlandırmak risklidir”

Mira “tabii” dedi. Yüzyıllardır buradaydı ama burası hakkında hiçbir şey bilmiyordu.

Buluşmalarının altıncı veya yedinci günüydü, Lycan “sana söylemem gereken bir şey var” dedi. Mira Lycan'dan hoşlanmaya başlamıştı ki, bu iyi bir şeydi. Çünkü gördüğü tek şey Lycan'ın hamura benzeyen gıdısı ile onları dürten çenesinin küçük çıkıntısıydı. Adam onun hayatıydı. Daha ne olsun.

Mira “Ne oldu?”dedi.

Odaya bakıp, içini çekti. “hiçbir kadından senin kadar çok hoşlanmamıştım, sana karşı dürüst olacağım fakat korkarım seni kaybedeceğim.”

Mira adamın arkadaşlığı yerine ölmesini tercih etmesine neyin sebep olabileceğini merak etti. “ bu her neyse olmayacak eminim, bana güvenebilirsin”

Lycan elini kendi gözünün üzerine koydu. Göğsü inip kalktı. Mira hafif sesler çıkarttı, Jeanette öldüğünde annesinin hiç çıkartmadığı sesler.

Mira “tamam pekala, her neyse tamam” dedi.

Lycan sonunda kızın gözlerine baktı, gözleri kıpkırmızıydı. “senden gerçekten hoşlandım Mira, hatta sanırım seni seviyorum ama ben zengin bir adam değilim. Senin canlandırmaya gücüm yetmez, sahip olduğum her şeyi satsam bile. Bunu yapamam”

Kız hayalleri yıkılana kadar ne kadar çok ümitlendiğini tasavvur edemiyordu. İçinde simsiyah bir boşluk varken neşeli görünmeye çalışarak “şey sanırım bu senin suçun değil” dedi.

Lycan “Sana yalan söylediğim için özür dilerim” dedi.

Mira adamın kimseyi canlandırmaya parası yetmediği halde buraya bir eş bakmak için gelme numarası yapmasının sebebini sormadı. Buradaki tüm kadınlar kuşkusuz ona iyi davranıp, kendilerini seçip bu uzun uykusundan uyandırcağını ummuş ve söylediği her söze inanmıştılar. Adam başka nerede bu kadar ilgi bulabilirdi?

Lycan süt dökmüş kedi gibi duruyordu “Beni affedebilecek misin? Seni yine de ziyarete gelebilir miyim?”

“Elbette, gelmesen çok özlerim”. Gerçek şu ki Lycan gelmezse Mira herhangi birini özleyemeyecekti. Bu sonsuz mozelede, omuz omuza yatan buzgelinler ordusu arasında kimse onun ziyaretine gelmeyecek veya tesadüfen rastlamayacaktı.

Hepsi bu kadardı. Lycan konuyu değişitirip klasik oyun kodlarına getirdi, Mira dinliyor, arada “hmmm”diyor ama kişisel şeylerini düşünüyordu.

Kendisini Jeanette'ten çok annesini düşünürken buldu. Bunu sebebi belki de Jeanette'in gitmiş olmasıydı. Jeanette gitmişti ve annesinin ölümü Jeanette'inki kadar canını acıtmasa da daha tazeydi. Jeanette öldükten sonra Mira düşünebileceği başka hiçbir şey kalmayana dek onun ölümünü düşünüp durmuştu. Sonunda nihayet Jeanette'in huzura kavuştuğunu kabullenmişti.

Aklına çok şaşırtıcı bir şey gelmişti. Şu ana kadar akıl edememesine inanamıyordu. Jeanette de tıpkı Mira gibi Capitol Lifekey için çalışıyordu. Dondurma işlemi Mira gibi onun da sigorta kapsamında yer alıyor olmalıydı.

“Lyncan benim için bir iyilik yapar mısın?” Soracağı soru için sanki sonsuza kadar beklemişti.

“Tabii, ne olursa”

“Ölmüş bir dostumu araştırır mısın?”

“Adı nedir?”

“Jeanette Zierk. Doğumu ikibin ikiyüz yirmidört.”

Lyncan kontrol ederken, Mira olmayı beklediği kadar gergin değildi. Büyük ihtimalle kalbi atmadığı ve avuçlarının içi terlemediğindendi. Zihin yerine bedenin içinde ne kadar duygu yüklü olduğu şaşırtıcıydı.

Lycan kontrol etti“Evet burada”

“Burada mı, bu yerde?”

“Evet”. Adam avucunu burnuna doğru götürüp bilgisayar çıktısını okudu. Sonra büyük girişteki bir yeri işaret etti, onların bulunduğu yerin daha aşağısını. “İşte orada. Burada olmasına niye şaşırdın anlamıyorum, dondurma sözleşmesine uymamak suçtur.”

Mira başını kaldırıp, adamın gösterdiği yere bakabilmeyi istedi. Hayatının son birkaç yılını Jeanette'in gittiğini ve asla dönmeyeceğini kabullenmekle geçirmişti.

“Onu uyandırıp benden bir mesaj götürebilir misin? ”

Lycan bir an ne diyeceğini bilemedi.

Mira “Lütfen, bu benim için çok önemli” dedi.

“Pekala, sanırım, tamam, bekle.” Lycan bir an şaşırdı sonra yola çıktı ama bir an sonra geri döndü.

“Ona ne söyleyeyim?”

Mira Lycan'a onu sevdiğini söylemesini isteyecekti ama bu kötü bir fikir olurdu. “Ona sadece burada olduğumu söyle, çok teşekkür ederim.”

Belki bir başkası, belki de Mira'nın hayal gücüydü ama uzaklarda bir sevinç çığlığı duyduğuna emindi. Jeanette habere tepki vermişti.

Az sonra Lycan'ın gülümseyen yüzü başının tepesindeydi. “haber onu çok heyecanlandırdı, sevindirdi hani az kalsın kutusundan kalkıp, beni kucaklayacaktı”

Mira sakin olmaya çalışarak “ne dedi?” diye sordu. Jeanette buradaydı, birdenbire her şey değişmişti. Mira'nın yaşamak için bir nedeni vardı. Oraya nasıl gideceğini düşündü.

“Seni sevdiğini söylememi istedi.”

Mira hıçkırdı. Gerçekten Jeanette'le konuşmuştu. Ne tuhaf, ne inanılmaz ve ne kadar anlaşılmaz bir şeydi.

“Bir de umarım kazada çok canı yanmamıştır dedi”

Mira “kaza değildi” dedi.

Öylesine ağzından çıkmıştı. Düşünmeden konuşmuştu ki, bu tuhaftı, sanki birisi ölü ağzının kontrolünü eline geçirmişti ve boğazından gelen ıslık sesine o sözleri söyletmişti.

Uzun, tuhaf bir sessizlik oldu.

Lycan kaşlarını çatarak “Ne demek istiyorsun?” dedi.

Mira şimdi hatırlıyordu. Tam o anın kendisini değil ama planladığını, tasarladığını. Üzerine en güzel beyaz pantolon-ceket takımını giymişti. Annesini nereye davetli olduğunu sorup duruyordu. Mira'nın sadece Pan Pietro'da akşam yemeği yemek konusunda bu kadar dırdır etmesini anlamıyordu. Mira'ya artık eskisi kadar güzel olmadığını ve bulutların üstünden inmesi gerektiğini söyledi. Mira doğru dürüst dinlemiyordu, ilk kez annesinin sözlerini dert etmiyordu.

Kız “ yani bir kaza olmadığını söylüyorum” dedi. “Bana dürüst davrandın, ben de sana dürüst davranacağım.” Adama karşı dürüst davranmak istemiyordu ama laf bir kez ağzından çıkmıştı artık geri dönecek cesareti yoktu.

Lycan, parmağıyla kafasını kaşıyor, merak ediyordu. “A, iyi, teşekkür ederim”. Mira anlatacağı şeyi adamın anlayıp anlamayacağından bile emin değildi. Tüm konuşmalarına rağmen Lycan'ın zeki olup olmadığını bilmiyordu. “Biliyorsun eğer seni canlandıracak bir yol bulursam, şirketimizin geleneksel yıllık pikniğine gelebilirsin. Geçen sefer masadaki arkadaşlara piyango çekilişini ben kazanacağım demiştim ve kazandım!”

Lycan şirketin pikniğini anlatmaya devam ederken, Mira her ikisi de öldüğü halde az önce kendisine onu sevdiğini söyleyen Jeanette'i düşünüyordu.

Biraz sonra Lycan Hoşça kal dedi. Mira'ya salı onu ziyarete geleceğini ve öldüreceğini söyledi.

Tepesinde ona bakan adam takım elbise, kravat takmıştı ama elbise kolsuzdu ve kravat yuvarlaktı. Ve adamın rengi açık turuncuydu.

Mira “hangi yıldayız?” dedi.

Adam kabaca “ikibin dörtyüz yetmişyedi” dedi.

Mira Lycan'ın enson ne zaman geldiğini hatırlayamıyordu. Yirmi dört müydü? Yirmi üç gibi bir şeydi. Aradan yüz yıl geçmişti. Lycan asla geri gelmemişti. Gitmişti- ölmüştü ya da bir akrabasının zihninde yolculuk yapıyordu.

Turuncu adamın ismi Neas'dı. Mira adama neden turuncu olduğunu sormanın ayıp kaçacağını düşündü ve bu yüzden ne iş yaptığını sordu. Adam avukattı. Kız, hayatta olduğu zamandan beri dünyanın pek de değişmemiş olduğunu düşündü, turuncu derili de olsalar hala avukatlar vardı.

Neas “büyükbabam Lycan sana merhaba dememi söylüyor” dedi.

Mira sırıttı. Katı dudaklarıyla sırıtmak zordu ama kendini iyi hissetti. Nihayetinde Lycan geri gelmişti.

“Ona geç kaldığını ama önemli olmadığını söyle”

“Seninle konuşmakta ısrar ediyor”

Neas, Lycan hakkında dostane bir şekilde konuşuyordu. Lycan bir zayıflama merkezinin toplantısında bir kadınla tanışmıştı ve karısı Mira'yı ziyarete gitmesinin münasip olmayacağını söylemişti. Yirmi yıl sonra boşanmışlardı. Lycan altmış altı yaşındayken kalp krizinden ölmüş, canlandırılmış ve doksanlı yaşlarına gelince oğlunun zihnine yerleştirilmişti. Lycan'ın oğlu birkaç yıl önceye kadar Lycan'ı da alarak, Neas ile yolculuk yapmıştı.

Neas anlattıktan sonra Mira “Lycan'ın iyi olmasına sevindim” dedi. “Ondan çok hoşlanmıştım”
Neas bacak bacak üstüne atıp, boğazını temizleyip “o da senden” dedi. “Şimdi söyle bana Mira hayattayken çocuğunun olmasını ister misin?” Ses tonu değişti sanki bir iş görüşmesindeki adayı gözlemleyen birininkine benzedi.

Soru Mira'yı hazırlıksız yakalamıştı. Neas, Lycan'ın kızı ziyaret etmekte ısrarlı olduğunu söylediğinden dolayı bunun sosyal bir soru olduğunu varsaydı.

“Evet aslında isterdim. İşler her zaman insanın planladığı gibi gitmiyor.” Mira, bir taş atımlık mesafede bir kutu içinde duran Jeanette'i düşündü. Neas'ın sorusu bir umut ışığı yakmıştı. “O halde bu bir buluşma teklifi mi?” diye sordu.

Adam “Hayır” diyerek belki de zihin yolcularından birinin teklifine başını salladı. “Aslında bir çocuk doğuracak ve büyümesine yardımcı olacak birine bakıyoruz. Eşim, tedavisi olmayan bir hastalık olan Dietz sendromünden öldü ve bu yüzden onu zihnime aldım. Bir çocuk istiyoruz, çocuk için bir taşıyıcı ve bakıcıya ihiyacımız var”

“Anladım”. Mira'nın başı dönüyordu. Jeanette ile çocuklarını büyütmekten hoşlanacağını ağzından kaçırmalı mıydı yoksa bu meseleyi hafife aldığını mı gösterirdi? Meselenin ciddiyetini kavradığını gösteren düşünceli bir şey söylemeyi düşünmeye başladı.

“Tabii ki yasal sebeplerden dolayı evleneceğiz ama evliliğimiz tamamen platonik olacak”

“evet tabii ki”

Neas iç geçirdi, birden bir şeye sıkılmıştı. “Üzgünüm Mira, karım senin uygun olmadığını söylüyor.” Mira'nın başında ayakta durdu. “kırk, elli kadar kadınla konuştuk ama hiçbiri yeterince iyi değildi” diye ekledi.

Mira “Hayır bekle!” dedi.

Neas sustu.

Mira hızla düşündü. Kadının aniden vazgeçmesi için ne yapmıştı? Mutlaka evin içinde bir kadının olacağı, çocuğunu onun büyüteceği, kocasını baştan çıkartacağı fikrinden korkmuş olmalıydı. Eğer Mira kadının korkularını giderebilirse......

“Ben lezbiyenim” dedi.

Neas şaşırmanın da ötesindeydi. Belli ki Lycan, aşk mesajını ilettiği zaman Jeanette'in kim olduğunu anlamamıştı. Arkadaşlar da birbirlerini sevdiklerini söyleyebilirdi. Neas bir şey söylemedi ve Mira ikisinin meseleyi görüştüklerini biliyordu. Meseleyi doğru anlaması için dua ediyordu.

Sonunda Neas “öyleyse bana aşık olamazsın?” diye sordu. Bu öyle tuhaf bir soruydu ki, Neas sadece bir erkek değil, turuncu bir erkekti üstelik yakışıklı da değildi.

“Hayır, ben Jeanette adında bir kıza aşığım, Lycan onunla tanıştı”

Uzun bir sessizlik daha oldu.

“Bir de senin şu araba kazasının kaza olmaması olayı var”

Myra bunu unutmuştu. Hem kendisini, hem de annesini öldürmüş olmasını nasıl bu kadar kolay unutabilmişti? Belki aradan çok sene geçtiğinden. Onun ölümünden önceki her şey kıza çok uzak geliyordu.

Mira “çok uzun zaman önceydi ama doğru” diye mırıldandı.

“Annenin canını mı aldın?”

“Hayır, niyetim bu değildi.” Öyle değildi. Mira annesinin ölmesini istememişti sadece annesinden kaçmak istemişti. “Ondan kaçmak istiyordum birisinin anneniz olması onunla birlikte yaşamanın imkansız olmamasını sağlamaz”

Neas yavaşça başını salladı. “bunu anlamak bizim için biraz zor, zihin yolculuğu bizim için çok güçlü bir tecrübe, Oona ve ben hiç bu kadar yakın olacağımızı düşünemezdik ve babamın, büyükannemin ve büyükbabamın da bizimle olmasından çok mutluyuz. Bunu hiçbir şeye değişmem.”

Mira “ne kadar güzel olduğunu anlayabiliyorum, galiba evlilik gibi ama daha başka. İlişkiyi güçlendiriyor, iyi olanlar daha yakınlaşırken, kötü olanlar katlanılmaz oluyor.”

Neas'ın gözleri parladı “Lycan sana güvenebileceğimizi söylüyor, güveneceğimiz birine ihtiyacımız var”.

Bir an başını sallamaya devam etti, düşüncelere daldı. Sonra elini salladı, havada uzun bir yazılı metin belirdi. İlk cümleyi okurken “çocuklara dayak atılması gerektiğine inanıyor musun?”
Mira hayatının vereceği cevaplara bağlı olduğunu bilerek“Kesinlikle hayır” dedi.

Mira'nın kalbi öyle çarpıyordu ki, sanki göğsünün olduğu yerde kanatlar var gibiydi. Lucia uyuyordu, minik, başı Mira'nın çarpan kalbine dayanmıştı. Asansör ikisini yukarı taşıdı. Aşağıdaki insanlar topluiğne gibi küçülürken, devasa giriş açıldı.

Koşmak istedi ama hızını yavaşlattı, şeffaf ayakkabıları mermer döşemede çınlıyordu.
Jeanette gözlerini açınca bir çığlık attı. Mira parmaklarıyla Jeanette'in mavimsi beyaz kulağına ve mavimsi dudaklarına hafifçe dokundu.

Jeanette inledi. Kıza göre Lyncan'la konuşmasının üzerinden daha birkaç saniye geçmişti.
Jeanette o korkunç, ölü sesiyle “başarmışsın” dedi. Bebeği gördü, gülüsedi. “Senin için sevindim” dedi. Jeanette, hiçbir şey istemedi, hayat bile. Eğer Jeanette, Mira'nın yattığı yere canlı ve bütün olarak gelseydi, Mira'nın katı ağzından ilk çıkacak kelime “götür beni buradan” olurdu.
Yukarı katlardan evlilik yeminleri işitildi, kocanın sesi güçlü ve kendinden emin, kadınınki detone ve çatlaktı.

Mira “seni hayata döndürmeye gücüm yetmiyor ama seni zihnime yükleyebilecek kadar para biriktirdim.

Bu yeterli mi? Hayatlarımızın sonuna kadar benimle kalacak mısın”

Ölüyken ağlayamazsınız ama Jeanette çabaladı, tek eksik gözyaşlarıydı. “Evet, bu yüz bin kere daha iyi” dedi.

Mira sırıtarak, başını salladı. “her şeyi ayarlamak bir,iki gün alacak”. Jeanette'in soğuk yanağına dokundu. “Göz açıp kapayana kadar geleceğim. Bugün son kez ölmek zorunda kalacaksın”

“Söz mü?”

“Söz.”

Mira yukarı uzandı ve Jeanette son kez öldü.

Yazan: WILL McINTOSH
Çeviren: Müjde Dural
Not: Bu kısa hikaye 2010 – Hugo bilim kurgu ödülünü kazanmıştır. Yazar Will McIntosh bir psikoloji profesörüdür.


BEN UYURKEN, AY BOĞULUYOR (The MOON IS DROWNING WHILE I SLEEP) - CHARLES de LINT


“Eğer zihnini yeterince açık tutarsan insanlar içine bir sürü gereksiz şey doldururlar”
William A. Orton
1

BİR ZAMANLAR NE VARSA O VARDI VE eğer hiçbir şey olmasaydı, anlatacak hiçbir şey de olmayacaktı.

2

RÜYALARIN gerçek olmayı İSTEDİĞİNİ BANA SÖYLEYEN BABAMDI.
Demiş ti ki: “ sen uyanmaya başlarken, onlar bekleyip sen fark etmeden, uyanan dünyanın içine girerler. Çok güçlü rüyalar bunu yapabilir, bunlar uzun bir süre, yarım gün kadar sürebilir, daha uzun süre değil diye de ekledi.
Babama, bunu yapabilen bir rüya olup olmadığını sordum. Biz uyurken, bilinçaltımızdaki kişilerden birisi düşler dünyasından, bu dünyaya gelip, kaderi yenip,gerçeğe dönüştürmüş müydü?
Babam en azından bir tane bildiğini söyledi.

Babam, annemi hatırlamama sebep olan dalgın bakışlarla baktı. Ne zaman annemden söz etse ki, fazla söz etmezdi, bu şekilde bakardı.
Babamın annemle ilgili yeni, küçük bir anı anlatacağını umarak, “kimdi o?” diye sordum.Tanıdığım biri mi?
Fakat sadece başını salladı, sen doğmadan uzun yıllar önce oldu. Bana gerçek değil dedi.Neredeyse kendi kendisiyle konuşur gibi ekledi: “Fakat o kadının rüyasında ne gördüğünü hep merak ettim”
Bu uzun zaman önceydi ve babamın bunu öğrenip öğrenmediğini bilmiyorum. Fakat son zamanlarda bu konuyu merak ediyorum. Belki rüya görmüyorlar, sanırım görseler,rüyalar ülkesine geri dönerlerdi.
Ve biz dikkatli olmazsak, onlar bizi de çekip alıp, yanlarında götürürler.
3
SOPHIE Etoiele, lafa başlamak için değil de, daha ziyade bir gözlem olarak ÇOK TUHAF RÜYALAR GÖRÜYORUM dedi.
O ve Jilly Coppercom, Lower Crowsea’s Market’in eski mahallindeki nehir kıyısındaki taş sete oturmuş, dostane bir sessizliğin keyfini çıkartıyorlardı. Set, küçük bir avlunun yanındaydı, üç yanı üç katlı, tuğla evlerle çevriliydi, çatı katlarından sarkan pencereler çatık kaşlı,iri gözlü insanları andırıyordu. Evler asırlık binalardı ve sanki konuşmaktan çok yorgun düşmüş ama birbirinin varlığından hoşnutluk duyan eski dostlar gibi yan yana yaslanmışlardı.
Örümcek ağı gibi avluyu ören Arnavut kaldırımlı sokaklar, küçük ithal arabaların park etmesi için bile çok dardı. Bunlar işlek caddelerden ziyade binaların çevresini dolaşan, kıvrılan, dönen arka sokaklardı.Bölge size tanıdıksa, yolunuzu ararken daha ufak avlular, gizli saklı özel bahçeler bulabilirsiniz.
Old Market’de Newford’daki her yerden daha fazla kedi vardır ve hava başka türlü kokar. Şehrin bellibaşlı caddelerinden sadece birkaç blok batıda olmasına rağmen, trafiği zarzor işitirsiniz ve kokusunu hiç alamazsınız.Ne egzos, ne atık, ne kötü hava. Old Market her zaman taze ekmek,lahana çorbası, kızarmış balık, gül ve en lezzetli turtalarda kullanılan mayhoş, keskin tatlı elma kokar.
Sophie ve Jilly, Kickhana Nehrine giden merdiven basamaklarına sırtlarını vermişlerdi. Arkalarındaki sokak lambasının ışığı ikisinin de saçlarına düşüp,aydınlatıyordu. Jilly’nin saçları kıvırcık, daha koyu ve açıktı, Sophie’ninkiyse lüle lüle ve kumraldı.
Lambanın kasvetli ışığında ikisinin küçük figürleri birbiriyle karıştırılabilirdi, ama ışık vurduğu zaman Jilly’nin bir Rackham tablosundaki perilerin zeki, canlı hatlara, Sophie’ninse, Rosetti veya Burne-Jones’un yorumladığı gibi yumuşak hatlara sahip olduğu görülebilirdi. İkisi de çuval pantolonlar, bol tişörtler, üzeri boya lekeli önlükler giydikleri halde, Sophie düzgün kılıklı görünüyor ama Jilly her zaman birazcık pejmürde meyilli olmaktan kurtulamıyor gibiydi. Saçlarında boya olan da bir tek oydu.
Jilly arkadaşına “ Ne tür rüyalar?” diye sordu.
Saat gecenin neredeyse dördüydü. Old Market’in dar sokakları dolaşan tuhaf kedi haricinde boş ve ıssız görünüyordu ve kediler isterlerse, hayal gibi, sessiz,görünmez varlıklar, bir fısıltı habercisi gibi olabilirler. İki kadın da Sophie’nin atölyesinde Jilly’nin kurallara bağlı,hoş tarzıyla, Sophie’nin yeni merakı olan serbest figürlü,parlak renklerini birleştirecek ortak bir resim işinde çalışıyorlardı. Bu deneyin işe yarayıp yaramayacağından ikisi de emin değildi fakat ikisi de bu işten muazzam zevk aldığından bu önemli değildi.
Sophie “şey, bu rüyalar dizi gibiler, aynı yerleri, aynı kişileri, aynı olayları görüyorsun sadece her gece hikaye daha ilerliyor” dedi.
Jilly kıza kıskanç bir nazar attı “Hep böyle bir rüya görmek istemişimdir, Christy görmüş. Bu tür rüyalara berrak rüyalar demişti sanıyorum.”
Sophie “ Bana sorarsan berraktan başka her şey, çok tuhaflar” dedi.
“ Hayır, hayır, rüyayı görürken,rüya gördüğünün farkında oluyorsun ve gördüğün rüyanda olanlar üzerinde bir çeşit kontrola sahip oluyorsun.”
Sophie güldü “Keşke yapabilsem”
4
RÜYAMDA BÜZGÜLÜ, UZUN BİR ETEKLİK GİYMİŞİM VE korsajı çok alçak kesimli köylü işi pamuklu bir blüzüm var. Neden bilmiyorum. Bu tür blüzlerden nefret ederim. Eğilirken düşecekmişim hissine kapılıyorum. Kesinlikle bir erkeğin tasarımı olmalı, Wendy zaman zaman bu tür şeyler giymeyi sever ama bana göre değil.
Çıplak ayakla yürümek de…özellikle burada…bir patikada duruyorum ama ayaklarımın altı çamurlu,parmaklarımın arasında balçıklar gıcırdıyor. Bir bakıma hoş ama sanki çamurların altından birisi bana sokuluyor ve ayağımı fırçalıyor gibi hissediyorum, bu yüzden yürümek istemiyorum ama durmak da istemiyorum.
Nereye bakarsam bakayım hep bataklık.Everglades’in tablolarında görülen İspanyol bataklıkları gibi, alçak, düz batak, çıtırdayan söğüt veya kızılağaç dalları, fakat burası kesinlikle Florida değil. Bir anlamı var mı bilmem ama daha çok İngiltere gibi.
Patikaya girersem dizlerime kadar çamura batacağımı biliyorum.
Uzakta, yolun sonunda cılız bir ışık gördüm. Karanlık bir yerde ışık görürsen seni nasıl çekerse,çağırırsa, ışık da beni cezbediyor. Fakat yıldızların ışığında parlayan durgun gölün veya derin çamura dalmak için cesur olmak istemiyorum.
Tümüyle çamur, sazlık, su kamışları, hasır otları ve bataklık yeşilliği, sadece eve,yatağıma dönmek istiyorum fakat uyanamıyorum. Hava da tuhaf bir koku var, durgun ve çürümüş su kokusu karışımı. Suya eğilmiş tuhaf ağaçların, gölgelerin altında korkunç bir şey olduğunu hissediyorum. Özellikle hasır otlarının ve su bitkilerinin gövdelerine dolandığı salkım söğütler..sanki her tarafta  beni gözetleyen gözler var..kurbağa benzeri, biçimsiz yaratıklar suyun üzerindeler sadece gözleri gözüküyor, cinler ve karanlık yaratıklar..
Birkaç metre önümde sazlıkların orada bir şeyin kımıldadığını gördüm, yüreğim ağzıma geldi. Ama yalnızca bir çeşit ağa yakalanmış bir kuş olduğunu görmek üzere birazcık ilerliyorum.
Hişt diyorum ve daha yakına gidiyorum.
Elimi ağın üzerine koyunca kuş çırpınıyor, parmaklarımı gagalamaya başlıyor ama ben kuş sonunda sakinleşene dek onunla yumuşak bir sesle konuşuyorum. Ağ,düğümlerle dolu ve kuşun canını yakmamak için çok acele edemiyorum.
Bir ses bırak kalsın dedi, döndümve yanı başımda yaşlı bir kadının durduğunu gördüm, nereden geldiğini bilmiyorum ama ayaklarımı her kaldırışımda o ürpertici çamur sesi çıkıyor, ama o kadının geldiğini hiç duymuyorum.
Jilly’nin Geordie için yaptığı ‘Kiln’deki Büyücü Kadın’ tablosundaki yaşlı büyücü,kocakarıya benziyor, Geordie’nin içinde ‘yaşlı cadı’kelimesi geçen keman nağmeleriyle kafayı bulduğu günlerdeydi…
“ Beni Öldürdün Yaşlı Büyücü”
“ Para ve büyücü kadın” ve Tanrı bilir daha kaç tane.
Kadın tıpkı resimdeki gibi minnacık,küçük, beli bükük ve kuru. Eski bir kitabın sayfaları gibi.Bitip tükenmiş gibi, saçları ince, vücudu ipince, fakat sonra gözlerine bakınca o kadar canlı ki, insan sersemliyor.
Kadın ona bu şekilde yardım edersen sadece üzülürsün dedi.
Kadına kuşu öyle bırakamayacağımı söyledim.
Uzun uzun bana baktı sonra omuzunu silkti, öyle olsun dedi.
Bir an bekledim ama söyleyeceği başka bir şey yok gibiydi ve ben de kuşu serbest bırakmak için geri döndüm. Fakat şimdi az önce karman çorman düğüm olan ağ,üzerine elimi koyar koymaz kendiliğinden çözülmüş gibiydi.Kuşu dikkatlice elime aldım ve ağdan çıkardım, havaya fırlattım. Bir, iki, üç kez öterek başımda döndü. Sonra uçup gitti.
Sonra, yaşlı kadın burası güvenli değil dedi.
Onu tamamen unutmuştum, patikaya geri döndüm, ayaklarım çamur kokuyordu.
Ne demek istiyorsun diye kadına sordum.
Kadın, Ay göğe çıkarken güvenliydi dedi. Karanlık yaratıklar ayın parlaklığını ve güzelliğini sevmezler ve Ay ışımaya başlayınca birbirlerine çarparak kaçarlar. Fakat şimdi cesurlar, ona tuzak kurdular ve hapsettiler.Ve kimse güvende değil, ne sen, ne de ben, en iyisi gitmek.
Yankı yapar gibi tekrarladım, onu hapsettiler. Ayı mı?
Kadın başını salladı.
Nerede?
Kadın daha önce gördüğüm ışığı işaret etti.
Onu Black Snag’ın altında boğdular.Sana göstereyim.
Ben ne olduğunu anlamadan elimi tuttu ve beni sazların, ağaçların arasına doğru çekti, çıplak ayaklarımın altında çamurlar korkunç bir şekilde gıcırdıyordu,fakat bu onun canını sıkmıyor gibiydi. Bir parça durgun suyun kenarına gelince durdu.
Şimdi seyret dedi.
Önlüğünün cebinden bir şey aldı ve suya attı. Bu küçük bir taştı, çakıl taşı veya benzer bir şey ve taş suya düşerken hiç ses çıkarmadı, su sıçratmadı. Sonra su parlamaya başladı ve cılız ışıkta bir resim belirdi. Sanki kuş bakışı bakıyor gibiydik, sonra cansız bir söğüt kütüğünün yanında büyük, durgun gölün kenarında esas şey belirdi, nasıl bildiğimi bilmiyorum çünkü ışık hala çok cılızdı, fakat onun ışığının çevresindeki bataklık siyahtı, sudan dışarı çıkan soluk, ışığı neredeyse yutuyor gibiydi.
Yaşlı kadın boğuluyor, Ay boğuluyor dedi.
Suyun yüzeyinde beliren şekle baktım,orada yüzen bir kadın gördüm. Saçları nilüferler gibi su üzerine yayılmış yüzüyordu. Gövdesinin üzerinde kocaman bir taş vardı bu yüzden sadece göğsünden yukarısı gözüküyordu.Kolları biraz eğilmişti, kuğu gibi zarif fakat o kadar uzun olmayan boynu inceydi. Yüzü uykudaymış gibiydi fakat suyun altındaydı bu yüzden ölmüş olduğunu biliyordum.
Kadın bana benziyordu.
Yaşlı kadına döndüm ama bir şey söyleyemeden etrafımızda bir hareket oldu, Ağaçlardan, durgun ve pis sulardan kara gölgeler kımıldamaya başlayarak çıktılar,gözleri tehditkarca parlıyordu. Yaşlı kadın beni yola doğru çekti.
çabuk uyan diye bağırdı.
Kolumu sertçe çimdikledi, gerçekten canım yandı, ve sonunda kendimi yatağımda buldum.
5
Jilly, kadının seni çimdiklediği YERDE MORARMA OLDU MU diye sordu.
Sophie, gülümseyerek başını hayır anlamında salladı, İnan Jilly. Başka kim her durumdan bir sihir çıkartır?

Kız “tabii ki hayır, sadece bir rüyaydı” dedi.
“Ama…”
Sophie “Bekle” dedi. “Dahası var”
6
ERTESİ GECE PENCEREMİN YANINDA AYAKTA DURUYORUM, sokağa bakıyorum ki, arkamda bir ses işitiyorum.Dönünce artık burasının benim apartmanım olmadığını görüyorum. Eski bir ahıra benziyor, duvarın yanında büyük bir saman yığını var. Alçak kirişten bir yanan bir fener sallanıyor, havada tozlu ama hoş bir koku var, ağılın öbür ucundan bir inek ya da atın çıkardığı ses geliyor.
Ve fenerin ışığında bir adam duruyor. Benden 5 metre kadar uzakta. Hiçbir şey yapmıyor sadece bana bakıyor. Çok yakışıklı, ne çok zayıf, ne de çok kaslı.Gülümseyen, dostça bir yüzü ve insanı öldüren uzun kirpikli,menekşe rengi gözleri var. Saçları gür ve koyu renkli, arkası uzun, alnına düşmüş inatçı bir tutam saçı düzeltip arkaya atmak istiyorum.
Affedersin, seni korkutmak istemedim diyor.
Ben de ona önemli değil diyorum.
Ve sanırım tüm bu olan bitenlere alışıyorum.
Gülümsüyor ve “adım Jeck Crow”diyor.
Neden bilmiyorum ama aniden dizlerimin dermanı kalmıyor, kimi kandırıyorum nedenini bal gibi biliyorum.
Adam burada ne yapıyorsun diye soruyor.
Evimde oturmuş Ay’ı seyrettiğimi söylüyorum ama sonra birkaç gece önce seyrettiğim olayı hatırlıyorum, onu bu gece izleyemeyeceğim.
Adam başını sallıyor, “boğuluyor” diyor. Ve geçen akşamki yaşlı kadını hatırlıyorum.
Pencereden bakınca uzakta bataklıkları görüyorum. Karanlık ve tüyler ürpertici ve geçen akşam gördüğüm gibi gölde boğulmakta olan kadının ışığını göremiyorum. Ürperiyorum ve Jeck ilgiyle yanıma geliyor.Destekleyici kirişlerden birinde asılı duran bir battaniye alıp omzuma atıyor. Kolu omzumda duruyor ve bu hareketine kızmıyorum.Sanki yıllardır birlikteymişiz gibi ona yaslanıyorum. Çok tuhaf.Aynı anda hem uykum geliyor, hem güvendeyim hem de inanılmaz bir şekilde duygularım canlanıyor.
Jeck benimle birlikte pencereden bakıyor, kalçası kalçama değiyor, omzuma dolanan kolu rahatlık veriyor ve vücudu beni ısıtıyordu.
“ Onun (Ay’ın) her gece ışığı neredeyse bitene kadar bitkin düşüp yürüdüğü söylenir”dedi. Sonra, periler ülkesine gitmez üzere dünyayı terk eder.Böyle söylenir ya da en azından, yeniden doğuşu için karanlığın bataklıkları ve gölleri saklamadığı bir yere gider. Şeytan geceye sahip olduğu zaman üç gece beklerdik fakat sonra onun fenerinin ışığının yaklaştığını görürdük ve ruhlar onun ışığını serbest bırakırdı.
Başını başıma dayadı sesi teskin ediciydi.
Bir keresinde annemin bana Ay’ın bu üç gün boyunca nasıl başka bir yaşam sürdüğünü anlattığını hatırlıyorum. Periler ülkesinde zamanın nasıl farklı geçtiğini,bizim bir günümüzün onların bir ayına denk gelebileceğinianlattı. Sustu ve ekledi, onu bu öteki dünyada özlüyorlar mıdırmerak ediyorum.
Ne diyeceğimi bilmiyordum fakat sonrabir şey söylemek zorunda olmadığım bir konuşma olduğunu farkettim.
Bana döndü, birbirimizin gözlerininiçine bakana kadar başını eğdi, menekşe mavisinin içindekayboldum ve birden kendimi onun kollarında, öpüşürken buldum.Saman yığının üzerine kaykılırken tatlı adımlarla banarehberlik ediyordu, üzerimizdeki battaniyenin altına girdik, uzunetek ve köylü işi bluzü giydiğime memnunum çünkü kolayçıktılar. Elleri ve ağzı çok nazik, sanki cildimi gıdıklayanpervane kanatları gibi. Bana ne yaptığını nasıl anlatacağımı bilemiyorum, başka sevgililerimin yaptıklarından başka bir şey değil ama Jeck öyle ki, tüm bacaklarımın arasından başlayarak,tüm vücudumu, sinir uçlarımı ateş basıyor, yanıyor. İnleyen sesler çıkardığımı duyuyordum ve sonra Jeck içimdeydi,nefesini kulağımda hissediyordum. Duyduğum ve tattığım her şey oydu. Mükemmel bir ritm içindeydik ve sonra kendimi yatakta buldum.Her yanım çarşafa dolaşmıştı ve elim bacağımın arasında, parmaklarım doğru noktadaydı.
7
Bir an sonra Jilly “çok erotik”dedi.
Sophie utangaç utangaç gülümsedi.Ne diyorsun düşündükçe kıvranıyorum ve o gece uyandıktan sonra bile o kadar ateşliydim ki, doğru dürüst düşünemiyordum,yaptığıma devam ettim sonra kıpırdaman yattım oturdum.
Jilly “ Jack Crow diye birini tanıyorsun, değil mi?” diye sordu.
“ Evet, Palm Street’de dövme dükkanı olan adam, onunla birkaç kez çıkmıştık. – Sophie omzunu silkti- bilirsin yürümedi.
Evet, bana onun tüm istediği şeyin senin vücuduna dövme yapmak olduğunu söylemiştin.
Hatırlayan Sophie başını salladı.“Sadece özel bölgelere böylece sadece o ve ben nerede olduğunu bilecektik. ”
Kedi uyuyakalmış, vücudu Sophie’nin kucağına yayılmıştı, başını da midesine dayamıştı,derinden mırıldıyordu. Sophie piresinin olmamasını umdu.
“Fakat rüyamdaki adam Jack’e hiç benzemiyordu, ayrıca ismi Jeck’ di.”dedi.
“ Bu nasıl isim böyle?”
“ Rüya ismi”
“ Peki onu ertesi gece yine gördün mü?”
Sophie hayır anlamında başını salladı, “ fakat kendi açımdan ilgisiz olduğumdan değil”
8
ÜÇÜNCÜ GECE KENDİMİ ŞU TEK ODALI peri masallarındaki kulübelerden birinde buldum. Bilirsin her yerde kurutulmuş bitkiler asılıydı, içinde siyah bakır tencereler ve çaydanlık olan ve neredeyse kulübenin kendisi kadar büyük bir şömine, ayak altında kalın el işi halılar, bir köşede küçük,düzgün bir yatak, kapıya asılı bir pelerin, bir masa ve pancurlu pencerenin önünde iki sandalye.
Sandalyelerden birinde yaşlı kadın oturuyordu.
İşte buradasın, geçen akşam gelmeni ummuştum ama seni bulamadım dedi.
Jeck’le birlikte olduğumu söyledim,o zaman kaşlarını kaldırdı ama bir şey söylemedi.
Onu tanıyor musun diye sordum.
Çok iyi.
Onunla ilgili kötü bir şeyler mi duydun?
Jeck hakkında konuşmaktan bile birazcık ateş basıyor. Yaşlı kadın sonunda konuştu, Bildiğim kadarıyla hakkında kötü bir şey duymadım, güvenilir biri değildir.
Başımı salladım. Boğulan kadın için en az senin kadar üzülmüş görünüyor. Jack bana kadınla ilgili her şeyi anlattı, kadının periler ülkesine nasıl gittiğini.
Kadın asla periler ülkesine gitmedi.
Öyleyse nereye gitti?
Yaşlı kadın basını salladı.Kargalar çok konuşuyor dedi ve ben Jeck’in soyadı da karga anlamına geldiğinden, kadının kuşları mı yoksa bir sürü Jeck’i mi kastettiğini bilemedim. İkinciyi düşünmek tüylerimi ürpertti. Jeck’in yanında aklım başımdan gidiyordu, ondan bir sürü olursa herhalde eriyip biterdim.
Bu düşüncemden yaşlı kadına söz etmedim.
Kadın bize yardım edecek misin dedi
Yanına, masaya oturdum, neye yardım edeceğim?
Ay’a dedi.
Başımı salladım, anlamadım, gölde boğulan kadını mı kasdediyorsun?
Boğuldu ama ölmedi, henüz değil.
Bu durumu tartışmaya başlayacağım ama sonra nerede olduğumu hatırladım, bu bir rüya ve her şey olabilir, yalan mı?
Yaşlı kadın Ay’ın senin bataklığın büyüsünü bozmana ihtiyacı var dedi.
Ben mi Ama?
Yarın akşam ağzına bir taş ve eline fındık dalı alarak uyu. Belki kendini burada bulacaksın,belki de senin Crow’un yanında. Fakat dikkat et, tek kelime konuşma, tek kelime bile. Bir tabut bulana kadar bataklıkta yürü, tabutun üzerinde bir mum olacak, o zaman etrafına bak, sana dün gösterdiğim yeri göreceksin.
Kadın sustu.
Sonra ne yapmam gerekiyor diye sordum
Ne yapılması gerekiyorsa
Fakat-
Yaşlı kadın yorgunum dedi.
Bana el salladı ve kendimi yine yatağımda buldum.
9
JILLY “YA SONRA?”, “DEDİĞİNİ YAPTIN MI?” DİYE SORDU.
Sen olsan yapar mıydın?
Jilly “ hemen o anda” dedi. İyice Sophie’nin yanına sokulmak için duvara yanaştı ve arkadaşının yüzüne baktı. “Ay, yapmadım deme, tüm hikaye bu kadar deme!”
Sophie “ Tüm bunlar aptalca görünüyordu” dedi.
“Yo, lütfen”
“ Tamam, yaptım, her şey çok dolambaçlı, bilmece gibiydi. Bir rüya olduğunu biliyordum bu yüzden mantıklı olmak zorunda değildi ama rüyaların hepsinde öyle bir uyumluluk vardı ki, anlaşılmaz görünse de, sadece şey görünmüyordu….ah, bilmiyorum, sanırım doğru değil..”
“Ama yaptın değil mi?”
Sophie sonunda insafa geldi
“Evet” dedi.
10
AĞZIMDA DÜZGÜNCE, KÜÇÜK BİR TAŞLA YATAĞA YATTIM ve uyumakta çok zorlandım çünkü taşı yutup, boğulacağıma emindim. Ve elimde de fındık dalı vardı,hoş ikisinin de ne faydası olacağını bilmiyordum.
Jeck’in “fındık dalı seni bataklık ve yaratıklardan korumak için” dediğini duyuyorum, “ve taş da sana gerçek dünya ile düşler dünyası arasındaki farkı hatırlatmak için yoksa kaderin Ay’ınkiyle aynı olur!”
Çimenlik bir tümsekte oturuyoruz,yarı sert, yarı yumuşak bir yer, fakat ayakaltı hala yumuşak,merhaba demek istiyorum ama Jeck parmağını dudağımın üzerine koyuyor.
Granny Weather yaşlı ve çatlak bir kadın ama ayak başparmağında çoğumuzun bir ömür boyu anca bulabileceği kadar sihir var diyor.
Daha önce gerçekten onun sesini farketmemiştim, sesi kadife gibi yumuşak, düzgün ama kadınsı değil, kadınsı olmayacak kadar tok.
Ellerini omzuma koyuyor ve zevkten eriyorum, gözlerimi kapatıp yüzümü ona doğru kaldırıyorum ama o yüzüm arkasına gelecek şekilde beni döndürüyor, ellerini göğüslerimin üzerine kapatıyor ve ensemden öpüyor, tekrar ona yaslanıyorum ama dudaklarını kulağıma dokunduruyor.
Yumuşak bir sesle “bataklığa gitmelisin” diyor, sesi kulağımda çınlıyor.
Kollarından kurtulup ona dönüyorum,niye ben? Niye tek başıma gitmek zorundayım? Demek istiyorum ama tek söz edemeden, elini dudağımın üzerine koyuyor.
‘Granny Weather’a ve bana güven’diyor. Bunu yapıp yapmaman senin tercihin ama bu gece yapacaksan konuşmaman gerek, bataklığa gidip kadını bulmalısın. Seni kışkırtacak ve işkence edecekler, onları görmezden gelmelisin.Aksi halde seni de Black Snag’ın altında boğarlar.
Ona bakıyorum, ona ihtiyacım olduğunu gözlerimden anladığını biliyorum çünkü ben de onun menekşe rengi gözlerinin derinliklerinde aynısını görüyorum.
Yapabilirsem seni bekleyeceğim diyor.
Bu söylediği hoşuma gitmiyor fakat kendime tekrar bunun bir rüya olduğunu söylüyorum, bu yüzden başımı sallıyorum. Dönmek için hazırlanıyorum fakat son kez daha kucaklamak üzere beni durduruyor ve beni öpüyor. Sonunda gitmeden önce, sımsıcak bir telaşla kollarımız sımsıkı birbirine kenetlenip, dillerimiz birbirine değiyor.
Senin gücünü seviyorum diyor.
Gitmek istemiyorum, rüyanın kurallarını değiştirmek istiyorum fakat bunu yaparsam, tek bir şeyi değiştirirsem, her şeyin değişeceğini ve belki de bundan sonra ne olacaksa, Jeck bir daha var olmayacak.
Elimi kaldırıp yüzünün önündesallıyorum, beni yutmasını istediğim koyu menekşe gözlerini son bir kez içiyorum ve cesur olup, tekrar dönüyorum.
Ve bu kez bataklığa gidiyorum.
Sinirliyim ama sanırım bunu söylemeye gerek yok. Arkama bakıyorum ama Jeck’i göremiyorum. Gözetlendiğimi hissediyorum ama Jeck tarafından değil. Küçük fındık dalı elimde sımsıkı tutuyor ve ağzımdaki taşı bir o tarafa, bir bu tarafa kaydırıp duruyorum.
Kolay değil, tamamen çamura batmamak için her adımımı ölçüp biçmek zorundayım. Rüyalar hakkında söylenilen şeyleri düşünmeye başlıyorum, rüyanda ölünce gerçekten ölür ve tam zamanında uyanırsın. Sanırım uykusunda ölen insanlar hariç.
Öyle bataklıkta ne kadar yürüdüm bilmiyorum, kollarım ve bacaklarım minik çizikler ve kesiklerle dolu, cildine değene kadar kamış kenarının ne kadar keskin olduğunu asla bilemezsin. Kağıt kesiği gibi keskin, felaket canını yakıyor, beni sevindiren tek şey ise böcek olmaması.
Bataklıkta yaşayan benden başka kimsenin varlığı hissedilmiyor gibi, sadece tek başıma benim.Ama yalnız olmadığımı biliyorum. Sanki dilinin ucuna gelen bir sözcük gibi. Hiç kimseyi görmüyor, duymuyor ve hissetmiyorum ama gözetlendiğimi biliyorum.
Jeck’in ve Granny Weather’in karanlığın neleri sakladığını söylediklerini düşünüyorum.Cinler, yaratıklar ve ruhlar.
Bir süre sonra neredeyse orada ne yaptığımı unutuyorum. Sadece üzerimden gitmeyen bir korkuyla sendeleye sendeleye yürüyorum. Bataklık çiçeklerinin yaprakları soğuk, ıslak parmaklar gibi bacaklarıma sürtünüyor. Arada sırada kanat çırpışları veya inlemeler duyuyorum ama asla bir şey görmüyorum.
Tam tükenmek üzereydim ki, aniden söğüt ağacının altındaki büyük kayaya rastladım. Ağacın yapraksız, kuru dalları durgun suya değiyordu, ayak altı simsiyah çamurdu, bataklık burada daha da sessiz, bir şeyler bekler gibiydi, etrafımda bir şeyin, bir şeylerin yaklaştığı hissine kapılıyordum.
Kayanın öteki tarafına geçmek için çamurlarda yürüdüm ve daha avantajlı belli bir noktaya geldim.Bunun tuhaf, büyük bir tabut olduğunu görerek durdum ve GrannyWeather’ın bana söylediklerini hatırladım. Muma baktım ve söğüt ağacının kuru dallarının arasında, siyah taşın tepesinde küçük titrek bir alev gördüm. Bir ateş böceğinin ışığından daha fazla değildi ama sürekli yanıyordu.
Granny’nin söylediği şeyi yaparak etrafıma bakmaya başladım, önce hiçbir şey görmedim fakat yavaşça suya doğru dönünce, bir parlaklık yakaladım. Durdum vene yapacağımı düşündüm. Işığa yüzümü dönersem hala orada olur muydu?
Sonunda gözümü ondan ayırmadan ışığa doğru gittim, yaklaştıkça parlaklığı daha da artıyordu, belime kadar soğuk suya girmiştim, ayaklarım çamura batmıştı ve bu cılız, ürkütücü ışık çevremdeydi. Suya baktım ve orada yansıyan kendi yüzümü gördüm fakat sonra bunun kendi yüzüm olmadığını anladım. Bu boğulmakta olan kadındı,Ay’dı, taşın altına sıkışmıştı.
Fındık dalını blüzümün içine sokarak suya ulaştım, eğilmek zorundaydım, karanlık sular omzumu, çenemi yalıyor ve korkunç bir şekilde kokuyordu fakat sonunda kadının omzuna dokundum. Parmaklarımın altındaki teni sıcaktı ve bir şekilde bu beni cesaretlendirdi. Önce bir elimle,sonra ötekisiyle omzundan kavrayıp, çektim.
Kımıldamadı bile.
Biraz daha gayret ettim, suya biraz daha girdim, sonunda başımı suyun altına daldırdım ve kadını iyice tuttum ama yine kımıldamadı. Kaya kadını sımsıkı bastırıyor, söğüt ağacı da kayayı bastırıyordu ve rüya olsun olmasın ben de süper kadın değildim. Ancak bu kadar gücüm vardı ve nefes almak zorundaydım.
Tükürerek, tıkanarak pis suyun üzerine çıktım.
Ve sonra kahkahayı duydum.
Yukarı baktım ve gölün çevresinde o şeyleri gördüm, cinler, küçük yaratıklar, gözler, dişler,kara cılız ayaklar, çarpık çurpuk ve boğum boğum eller. Ağaç kargalarla dolu ve gaklamaları bu alaycı seslere ekleniyor.
Önce bir tane, derken ikinci, iki çift ses tekrar etti: Kadını kısık ateşte kaynatın.
Tirtir titredim sadece korkudan değil– ki korkuyordum ama kahrolası su da soğuktu. Yaratıklar gülüp duruyor, ürpertici kafiyeleri söylüyorlardı. Ve birdenbire hepsi sustular, ağacın dallarından salınarak üç şekil geldi.
Nereden çıktılar anlamadım, öyle aniden geldiler. Cinler, ruhlar, yaratıklar değil, üç adam ve üçü de tanıdık.
Bir tanesi “herhangi bir şey dile, senin olacak” dedi.
Bu Jeck, tanıdım. Jeck benimle konuşuyor ama sesi onun sesi değil. Fakat tıpkı ona benziyor. Üçü de ona benziyor.
Granny Weathers’ın Jeck’in güvenilir biri olmadığını söylediğini hatırlıyorum, fakat sonradan Jeck ona ve kendisine güvenmemi söylemişti. Bu üç Jeck’e bakarken artık ne düşüneceğimi bilemiyorum. Başıma ağrılar giriyor ve uyanabilmeyi istiyorum.
Jeck’lerden biri “sadece ne istediğini söyleyeceksin ve biz onu sana vereceğiz” diyor,aramızda düşmanlık yok, kadın boğuldu, öldü. Çok geç geldin onun için yapabileceğin bir şey yok. Ama kendin için bir şey yapabilirsin. Bırak da gönlünün istediği şeyi sana verelim.
Gönlümün istediği şeyi düşünüyorum.
Yine bunun bir rüya olduğunu kendime söylüyorum ama gerçek olsaydı ne isterdim diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyorum.
Suyun altındaki kadına bakıyorum ve aklıma babam geliyor. Annem hakkında konuşmayı hiç sevmezdi, bir keresinde “bir rüya gibiydi” demişti.
Ve belki de öyleydi. Bakışlarım suya gidiyor bana çok benzeyen kadının yüz hatlarını incelerken bir yandan da düşünüyorum. Belki o bu dünyada Ay’dı ve yeniden doğmak amacıyla bizimkine geldi fakat gitme vakti geldiğinde, beni ve babamı çok sevdiği için gitmek istemedi,Başka bir seçeneğinin olmaması dışında.
Bu yüzden döndüğü zaman beklendiği gibi güçlü değil, zayıftı çünkü çok kederliydi. Ve bu yüzden cinler ve yaratıkları onu tuzağa düşürdüler.
O zaman güldüm. Belime kadar kokan bu rüya suyuna girmiş ne yapıyordum, tam klasik terkedilmiş çocuk senaryosu. Hep bir karışıklığın olduğunu, gerçek anne babasının bir gün geleceğini ve onu her şeyin mutlu, mükemmel olduğu periler ülkesine götüreceğini düşünürler.
Annemin bizi bırakıp gitmesinden gerçekten suçluluk duyardım – bu farklı bir duyguydu, bir çocukken bu tür bir durumla karşılaşmanın yarattığı bir duygu. Kötü bir şey olunca sanki sizin suçunuzmuş gibi otomatik olarak suçluluk hissedersiniz. Fakat büyüdükçe bununla baş etmeyi öğrendim. İyi bir insan olduğumu ve bunun benim suçum olmadığını anladım. Babamın da iyi bir insan olduğunu bunun onun suçu da olmadığını anladım.
Annemin neden terk ettiğini hala merak ediyorum ama anladım ki, sebep ne olursa olsun, onlar annemle hesaplaşmalılar, bizimle değil. Tıpkı bunun bir rüya olduğunu bilmem ve boğulan kadını kendime benzeyebilmesi gibi ama bu benim ona yansıttığım bir şey. Ben onun benim annem olmasını istiyorum. Beni ve babamı terk etmesinin suçunun anneme ait olmadığını da bilmek istiyorum. Onu kurtarmak ve yeniden hepimizi bir araya getirmek istiyorum.
Ama bu olmayacak, rüyalar ve gerçekler bir araya gelmez.
Fakat yine de çok özendirici. Bu oyunu oynamak çok heveslendiriyor. Ruhların beni konuşturmak istediğini böylece beni de tuzağa düşüreceklerini biliyorum.Fakat bu benim rüyam. Yapmak zorunda olduğum tek şey ne istediğimi söylemek.
Ve sonra tüm bunların gerçek olduğunu anladım. Bu bataklıkta gerçekten zarar görecekmiş anlamında fiziksel anlamda gerçek değil. Fakat rüya bile olsa bencilce bir seçim yapmam durumunda gerçek. Uyandığım zaman bu gerçekle yaşamak zorunda kalacağım. Rüya görüyor olmamın önemi yok. Yine de onu yapmış olacağım.
Cinler bana Ay’ı boğulmaya bırakırsam, gönlümün istediği şeyi vermeyi teklif ediyorlar ama bunu yaparsam kadının ölümünden sorumlu olacağım. Kadın gerçek olmayabilir ama bu hiçbir şeyi değiştirmez. Yine de kendi yoluma gitmek için bir başkasını ölüme terk etmek demek olacak.
Ağzımdaki taşı emip, yanağımın içinde bir o yana, bir bu yana hareket ettiriyorum. Islak korsajıma uzanıp, göğüslerimin arasında sıkıştırdığım fındık dalını alıyorum. Elimi kaldırıp yüzümdeki bir tutam saçı arkaya tarıyorum. Ve sonra benim Jeck Crow’umun kopyalarına bakıp, gülümsüyorum.
Bir işe yarar mı bilmiyorum ama herkesin rüyamda neler olacağına karar vermelerinden bıktım usandım. Taşa dönüp ellerimi üzerine koyuyorum, fındık dalı sağ elimin parmakları arasına batıyor. Ve taşı ittiriyorum. Taş düşmeye başlarken cinler, periler, ruhlar ve yaratıklar arasında büyük bir çığlık kopuyor. Boğulan kadına bakıyorum, gözleri açılıyor. Gülümsediğini görüyorum fakat ondan sonra o kadar aydınlık oluyor ki, gözlerim kör oluyor.
Sonunda net olarak görmeye başlayınca,gölde yalnız olduğumu görüyorum. Gökyüzünde parlak, kocaman,bir dolunay var, ışığından bataklık gündüz gibi aydınlanıyor.Tüm yaratıklar, cinler, periler kaçmış. Kurumuş söğüt ağacı hala kargalarla dolu fakat ben bakar bakmaz, kara bir bulut, ölüm bulutu halinde çekip gidiyorlar. Taş ise yarısı suyun üstünde,yarısı suyun altında hareketsiz duruyor.
Ve ben hala rüyadayım.
Belime kadar kokan suyun içindeyim,taş ağzımın içinde ve fındık dalı da elimde. Ve başımı kaldırıp, sanki ışığı damarlarımın içinde şarkı söyleyene kadar kocaman dolunaya bakıyorum. Bir an için samanlıkta Jeck ile beraber olmak gibi bir ateş sarıyor ama bu farklı bir sıcaklık.Yıllar boyunca herkesin ve benim içimi kaplayan karanlığı aydınlatan bir ateş. Tamamen ışığım, masumum, bir kadının vücudunda şekil bulmuş yanan bir bahar ateşi gibi yeniden doğuyorum.
Ve sonra uyandım kendimi evimde buldum.
Yatağıma uzandım ve pencereden dışarı baktım, fakat bizim dünyamızda Ay hala karanlıktı,sokaklar boştu, tüm şehrin üzerinde bir sükunet vardı ve ben elimde fındık dalı, ağzımda bir o yana, bir bu yana oynattığım taşla, içimin derinliklerinde sanki bir ateş yanıyor gibi uzanıyordum.
Ayağa kalktım ve taşı avucuma tükürdüm, pencereye gittim, artık büyülü bir rüyada değildim,gerçek dünyadaydım. Parlak Ay’ın güneşten ödünç aldığı ışıkla parladığını biliyordum. Ay hala oradaydı ama bu gece onu göremiyorduk çünkü dünya onunla güneşin arasına girmişti.
Veya belki de gökyüzündeki gecelik seyahatine başlamadan önce, fenerini doldurmak için başka bir dünyaya gitmişti.
Kendimi bir şey öğrenmiş gibi hissediyordum ama ne öğrendiğimden emin değildim. Ne demek olduğundan da emin değildim.
11
JILLY, “ BUNU NASIL SÖYLERSİN?TANRI’M SOPHIE!” dedi. O kadar açık ki. O gerçekten senin annendi ve sen gerçekten de onu kurtardın. Jeck’e gelince; o ilk rüyanda serbest bıraktığın kuştu. Jeck Crow, anlamadın mı? Kötü çocuklardan biri, onu ancak iyilikle kazanabilirdin. Her şey son derece anlamlı.
Sophie yavaşça başını salladı.“Sanırım ben de buna inanmak isterdim ama istediğimiz şeyler ile gerçekten olan şeyler her zaman aynı şey olmuyor” dedi.
“ Fakat Jeck’ten ne haber? Seni bekliyor olacak. Ya Granny Weather? İkisi de başından beri senin Ay’ın kızı olduğunu biliyorlardı. Tüm bunların bir anlamıvar”
Sophie içini çekti, kucağında uyuyan kediyi okşadı. Bir an sadece rüyalarındaki bir ülkede bir erkeğe dönüşen bir karganın siyah, yumuşak, kıvırcık tüyleri olduğunu hayal etti.
“Sanırım bu rüya yeni bir erkek arkadaşa ihtiyacım olduğu anlamına geliyor” dedi.
12
JILLY ÇOK TATLI BİR KIZ VE BEN ONU ÇOK SEVİYORUM fakat bazı bakımlardan çok naif. Ya da belki saf kızı oynamak istiyor. Kendisine anlatılan her şeye hemen inanmaya hazır, hele bu şey sihirli perili bir şeyse.
Şey, ben de büyüye inanırım ama bu büyü bir tırtılı kelebeğe dönüştüren büyü, doğal mucizeler ve çevremdeki dünyanın harikaları. Bir sihirli dünyaya inanmıyorum, Jilly’nin gerçek olduğunda ısrar ettiği şeye inanmıyorum: Yok ben Ay’ın kızıymışım da, yok peri kanı taşıyormuşum da...
Yine de böyle olması hoşuma giderdi.
O gece hiç uyku tutmadı. Dolaşıp durdum, uyanık kalmak için de kahve içtim. Uyumaya korkuyordum.Rüya görmekten ve rüyanın gerçek olmasından korkuyordum.
Belki de gerçek olmayacaktı.
Gün ışırken, uzun, soğuk bir duş yaptım çünkü yine Jeck’i düşünmeye başlamıştım. Bir rüyada yanlış bir karar almamın gerçek dünyada bir sonuca yol açıp açmayacağını merak ediyordum.
Yıllardır giymediğim eski elbiseler giydim. Sadece geçmiş masumane yılları yakalamak için. Beyaz blüz, solmuş kot pantolon ve babamın smokin cekedi. Yakasında siyah satenler olan Fransız kadifesindendi. Kenarı kıvrımlı siyah bir şapkayla görünümümü tamamladım.
Aynaya baktım, kendimi sihirbaz asistanlığı için başvuruda bulunan birine benzettim fakat pek umurumda değildi.
Ortalık aydınlanır aydınlanmaz,Christy Riddel’ın evine gittim. Saat dokuzda kapıyı çaldım
Fakat beni içeri buyur ettiğinde gözleri uykulu ve üstü başı darmadağındı, ona bir, iki saat sonra vermem gerektiğini fark ettim. Ama artık çok geçti.
Hemen konuya girdim. Jilly’nin bana berrak rüyalarla ilgili çok şey bildiğini söylediğini anlattım ve bunların gerçek olup olmadığını bilmek istediğimi söyledim.Orada gördüğü insanlar, rüyasındaki yerler gerçek miydi?
Adam kapının eşiğinde baykuş gibi gözünü kırparak duruyordu ama tuhaf şeylere alışık olduğunu fark ettim çünkü kapının pervazına yaslandı ve bana‘karşılıklı rızaya dayanan gerçekliğin’ ne olduğunu bilip bilmediğimi sordu.
Ben de “çevremizde gördüğümüz her şey sadece bizler öyle gördüğümüz için vardır” dedim.
“Belki rüyalar da böyledir” diye cevapladı.” “Rüyadaki herkes bunun gerçek olduğunu söylüyorsa neden gerçek olmasın?”
Ona babamın rüyaların gerçek dünyaya gitmek istediğini söylediğini ve buna ne diyeceğini de sormak istedim ama şansımı zorladığımı fark ettim.
“Teşekkürler” dedim.
Banak komik bir bakışla baktı,“hepsi bu mu?” diye sordu.
Başka bir zaman anlatırım diye izah ettim.
Oldukça istekle “lütfen anlat" dedi ve evine girdi.
Eve gidip, balkonumdaki eski kanepeye uzandım. Gözlerimi kapattım, bunların ne anlama geldiğinden hala emin değildim fakat Jeck ile birlikte kendimizi peri masallarının sonlarındaki ‘ve böylece uzun yıllar mutlu yaşamışlar’şeklindeki mutlu sonda bulmayışımız çok canımı acıtmıyordu.Kim bilir? Belki ben gerçekten de Ay’ın kızıyım. Burada değilse bile başka bir yerde.

Yazan: CHARLES de LINT
Çeviren: Müjde Dural