Westerhazy'lerin yüzme havuzunun kenarındaydılar. Metal, yüksek bir fıskıyeden suyun dolduğu yüzme havuzu soluk yeşil renkteydi. Güzel bir gündü, batıdaki yoğun Kümülüs buluları uzaktan - yaklaşan bir geminin pruvasından- bakınca bir şehri andırıyordu öyle ki, bir ismi olmalıydı. Lizbon. Hackensack. Güneş sıcacıktı. Neddy Merill, bir eli suyun içinde, diğerinde bir bardak cin, yeşil suyun yanına oturdu. İnce uzun bir adamdı, - gençliğin kendine özgü zayıflığını koruyor gibiydi – ama hiç de genç olmadığı halde, o sabah trabzandan kaymış, yemek odasından gelen kahve kokusuna doğru giderken, antredeki masada duran Afrodit heykelinin bronz poposuna bir şaplak indirmişti. Bir yaz günüyle, özellikle günün son saatleriyle kıyaslanırsa ve elinde bir tenis raketi ya da bir denizci çantası olmasa da, kesinlikle genç, sportif ve havalı bir izlenim veriyordu. Yüzüyordu ve şimdi o anın, güneşin sıcağını, aldığı yoğun zevki, ciğerlerine doldurmak ister gibi derin ve yüksek sesle nefes alıyordu. Hepsi göğsüne doluyor gibiydi. Kendi evi sekiz mil güneyde, Bullet Park'taydı, dört güzel kızı yemeklerini yemiş, muhtemelen tenis oynuyorlardı. Sonra güneybatıya doğru viraj alırsa havuz yoluyla evine gidebileceği aklına geldi.
Hayatına sınır koymuyordu ve bu gözlemden aldığı keyif kaçma isteğiyle izah edilemezdi. Bir haritacı gözüyle yüzme havuzlarının sıralanışını, şehri baştanbaşa geçen sanki gizli nehri görüyordu. Bir keşif yapmış, modern coğrafyaya bir katkıda bulunmuştu, nehrin ismini karısına ithafen Lucinda koyacaktı. Ne şakacı ne de aptaldı ama kesinlikle ilginç biriydi ve kendi hakkında efsanevi biri olmak gibi mütevazi, müphem fikirleri vardı. Güzel bir gündü ve uzun soluklu bir yüzmenin günü daha da güzelleştirip, güzelliğini kutlayabilecekmiş gibi geldi.
Omzunda asılı duran süveteri attı ve havuza daldı. Kendilerini havuza atmayan adamlara karşı nedeni açıklanmayan bir küçümseme duyuyordu. Her kulaçta veya dört kulaçta bir nefes alıp değişik bir serbest stilde yüzüyor ve zihninin bir yerinde bir -iki bir – iki diye ayaklarının vuruşunu sayıyordu. Uzun mesafeler için bu işe yarar bir sayma değildi ama yüzmenin yaygınlaşması bu spora adetler getirmişti ve onun yaşadığı dünyada serbest stil modaydı. Açık yeşil suyla sürekli kucaklanmak zevkten ziyade doğal bir durumun sürüp gitmesi gibiydi, mayosuz yüzmek isterdi ama planını gözönüne alınca bu imkansızdı. Kendini havuzun kenarına çekti,- merdiveni asla kullanmadı - ve çimlere doğru yürümeye başladı. Lucinda nereye gittiğini sorunca yüze yüze eve gideceğim dedi.
Takip etmesi gereken haritaları ve krokileri hayal meyal de olsa yeterince hatırlıyordu, İlk önce Graham'ların havuzu vardı, sonra Hammer'ler, Lear'ler, Howland'lar ve Crosscup'lar. Ditmar caddesinden karşıya Bunkers'lara geçecek ve kısa bir yoldan onra Levys'lere, Welcher'lere ve Lancaster'deki belediye havuzuna varacaktı. Sonra Halloran'lar vardı, Sanches'ler, Biswanger'ler, Shirley Adams, Gilmartins ve Clydes. Hava güzeldi ve böyle bonkör şekilde suyla donatılmış bir dünyada yaşamak bir imtiyaz, bir lütufdu. Kalbi heyecanla dolu, çimenlerde koşturdu. Evine böyle olağan dışı bir yolla gitmeye kalktığından kendisi bir hacı, bir kaşif, ünlü biri gibi hissediyordu Güzergahı boyunca arkadaşlarıyla karşılaşacağın biliyordu. Dostları Lucinda nehri boyunca sıralanmıştı.
Westerhazy'lerin arazisini Graham'lardan ayıran bodur çalılardan oluşan çite doğru yöneldi, çiçek açmış elma ağaçlarının altından yürüdü, pompa ve filtrelerinin konulduğu kömürlükleri geçti ve Graham'ların havuzuna geldi. Bayan Graham “Aa, Neddy! Ne sürpriz!” dedi. “ Sabahtan beri sana telefonla ulaşmaya çalışıyordum, gel de bir içki vereyim. O zaman her kaşif gibi, hedefine ulaşmak istiyorsa, yerli halkın misafirpervane gelenek ve göreneklerine çok politik cevap vermesi gerektiğini gördü. Graham'ları şaşırtmak veya kabalaşmak istemiyordu ama orada oyalanacak zamanı da yoktu. Onların yüzme havuzunu boydan boya geçti ve güneşte oturan dostlarına katıldı. Birkaç dakika sonra Connecticut'tan gelen iki araba dolusu misafiri sayesinde de kurtuldu. Onlar bir araya gelmenin şamatasındayken oradan sıvıştı. Graham'ların evinin önünden aşağı saptı, dikenli çalılıkların üzerinden aştı ve Hammers'lara giden boş arsadan karşıya geçti. Bayan Hammers, güllerin içinden ona baktı, yüzdüğünü gördü ama hala kim olduğunu anlamamıştı. Lear ailesi, oturma odasındaki açık pencereden onun suya atladığını duydular. Howland'lar ve Crosscups' lar evde yoktular. Howland'ları geride bıraktıktan sonra Ditmar caddesini geçti ve Bunker'lere yöneldi. Ta uzaktan bile partinin seslerini duyabiliyordu.
Su, konuşma ve kahkaha seslerini kırıyor ve sanki bastırıyordu. Bunker'lerin havuzu tepedeydi ve yirmi beş, otuz kadar kadın ve erkeğin içki içtiği terasın merdivenlerini çıktı. Suyun içinde tek kişi vardı o da Rusty Towers'dı, kauçuk su yatağında keyif yapıyordu. Oh be, Lucinda Nehri'nin kıyıları ne kadar lüks ve güzeldi! Kalantor adamlar ve kadınlar safir rengi suyun yanında toplaşmış, beyaz ceketli garsonlar da onlara soğuk içki ikram ediyordu. Başının üzerinde, sanki salıncakta sallanan neşeli bir çocuk gibi, kırmızı, küçük bir de Haviland eğim uçağı dönüp, dönüp, dönüp duruyordu. Ned, manzara karşısında büyük bir hayranlık hissetti, sanki dokunabilecek kadar yakın bir güzellik. Uzaktan gökgürültüsünü duydu. Enid Bunker onu görür görmez bağırmaya başladı: “Aa, bakın kim gelmiş! Ne sürpriz! Lucinda senin gelemeyebileceğini söylediğinde az kalsın ölecektim” Kalabalığı aşıp onun yanına geldi, öpüştükten sonra kadın onu barın yanına götürdü, sekiz, on kadar başka kadın ve erkekle öpüşüp, el sıkıştığından bu iş bayağı uzun sürdü. Yüzlerce partide gördüğü güleryüzlü bir garson ona cin tonik verdi ve bir saniye barın yanında durdu. Yolculuğunu geciktirecek herhangi bir sohbete katılmaktan endişe duyuyordu. İnsanlar etrafını kuşatmaya başlayınca suya atladı ve Rusty'nin su yatağına çarpmamak için kenardan kenardan yüzmeye başladı. Havuzun ta öteki ucunda Tomlinson'lara ağzı kulaklarında gülümseyip, bahçe yoluna saptı, çakıllar ayağını kesti tek tatsız şey de bu oldu. Parti sadece havuzdaydı ve eve doğru giderken, çınçın öten, sulu seslerin azaldığını duydu, Bunker'lerin mutfağındaki radyonun sesi geliyordu birisi futbol dinliyordu. Pazar öğleden sonra. Park yapmış arabaların arasından geçip, komşusunun yolunun çimenli sınırlarından aşağıya Alewives Lane'e çıktı. Caddede mayoyla gözükmek istemiyordu ama yolda hiç trafik yoktu. Ve kısa yolu geçip ÖZEL ARAZİ levhası ile New York Times dergisi için konmuş yeşil bir posta kutusunun bulunduğu Levy'lerin yoluna girdi. Koca evin bütün kapı ve pencereleri açıktı ama hiç hayat belirtisi yoktu, köpek bile havlamıyordu. Evin yanından dolanıp yüzme havuzuna gelince Levy'lerin az önce gitmiş olduklarını anladı çünkü arkada Japon fenerlerinin asılı olduğu çardakdaki masanın üzerinde içki şişeleri, bardaklar, kuru yemiş tabakları duruyordu. Havuzda yüzdükten sonra bir şişe alıp kendisine bir içki koydu. Bu dördüncü veya beşinci içkisiydi ve Lucinda Nehri'nin neredeyse yarısını geçmişti. Yorgun, temiz ve o anda yalnız olmaktan mutluydu, her şeyden memnundu.
Fırtına çıkacaktı. Kümülüs bulutları – şu şehir- yükselmiş ve kararmıştı ve orada otururken gökgürültüsünün patlamasını yine duydu. De Havilland uçağı hala başının üstünde dönüp duruyordu ve Ned, pilotun öğlen öğlen keyifle kahkaha attığını duyuyor gibi oldu. Ama tekrar gök gürleyince eve doğru yola çıktı. Bir tren düdüğü duyuldu ve saatin kaç olduğunu merak etti. Dört mü? Beş mi? O saatte taşra tren istasyonunu hayal etti, smokinini pardesüsünün altına gizleyen bir garson, bir gazeteye sarılı çiçeklerle bir cüce ve banliyö trenini beklerken ağlayan bir kadın. Birden ortalık karardı; işte tam o anda küçük kuşlar bir olup, fırtınanın yaklaştığını haber veren tanıdık şarkılarına başladılar. Sonra sanki biri musluğu açmış gibi arkasındaki meşe ağacının tepesinden sular fışkırdı, sonra bütün yüksek ağaçlardan sular boşaldı. Fırtınaları niye seviyordu? Kapılar çarpıp da rüzgar merdivenleri süpürdüğünde duyduğu heyecan da nesiydi? Eski bir evin kepenklerini kapatmak gibi basit bir iş neden iyi ve ivedi görünüyordu ? Fırtınan o ilk ıslak damlaları ona niye iyi haberlerin, müjdelerin, neşenin tanıdık sesini duyurmuştu? Sonra bir infilak sesi ve barut kokusu geldi, sonra yağmur Bayan Levy'nin geçen yıl yoksa daha önceki yıl mıydı Kyoto'dan aldığı Japon fenerlerini dövmeye başladı.
Fırtına dinene kadar Levy'lerin çardağında bekledi. Yağmur havayı soğutmuştu, titredi. Rüzgarın gücüyle kırmızı, sarı yapraklar çimenlerin ve suyun üzerini kaplamıştı. Yaz ortası olduğundan ağaçlara böcek dadanmış olmalıydı yine de sonbaharın bu belirtisinden tuhaf bir üzüntü duydu. Omuzlarını kaldırdı, bardağını boşalttı ve Welcher'lerin havuzuna doğru yöneldi. Bu Lindley'lerin at binme sahasını geçmesi anlamına geliyordu ve çimenlerin fazla uzayıp, maniaların söküldüğünü görerek şaşırdı. Lindley'lerin atlarını satıp satmadıklarını ya da yaz tatiline gidip atları ahıra bıraktıklarını düşündü. Lindley'ler ve atlarıyla ilgili bir şeyler duyduğunu hatırlıyordu ama anımsadıkları berrak değildi. Yalınayak ıslak çimenlerde yürüyüp gitti ve Welcher'ların havuzunun boş olduğunu gördü.
Havuz zincirindeki bu oyunbozanlık onu saçma bir şekilde hüsrana uğrattı, kendini sularseller gibi akan bir nehir ararken kurumuş bir nehir bulan bir kaşif gibi hissetti. Hayal kırıklığına uğramış ve şaşırmıştı. Yazın bir yerlere gitmek normaldi ama kimse havuzunu boşaltmazdı. Welcher'lar mutlaka başka yere taşınmıştı. Havuzun kenarındaki sandalyeler, şezlonglar katlanmış, bir köşeye yığılmış ve üzerlerine branda bezi serilmişti. Soyunma kabini kilitliydi, evin tüm pencereleri kapalıydı ve evin önündeki yola çıkınca bir ağaca çivilenmiş SATILIK yazısını gördü. Welcher'lardan en son ne zaman haber almıştı? Lucinda ile birlikte onların akşam yemeği davetini reddettikleri için pişman oldukları zaman mı? Sanki daha bir, iki hafta önceydi, hafızası mı zayıflıyordu yoksa hoş olmayan gerçekleri bastırması için beynini çok iyi eğitmişti de gerçeklik duygusunu mu yitirmişti? Sonra uzaktan tenis oynayanların sesleri geldi, bu onu neşelendirdi, tüm korkularını giderdi ve siyah gökyüzünü ve soğuk havayı boşverdi. Bu, Neddy Merill'in şehri yüzerek geçtiği gündü. Ne gün ama! Sonra yolunun en zor bölümüne doğru yöneldi.
Eğer o öğleden sonra sokağa çıksaydınız Ned'i 424 no'lu caddenin güvenlik şeridinde neredeyse çıplak halde karşıya geçmek için uygun zamanı kollarken görebilirdiniz. Onun bir eşek şakasının kurbanı olup olmadığını veya arabasının kaza yaptığını ya da sadece aptalın teki olduğunu düşünebilirdiniz. Karayolunun yanında – bira şişesi, pet şişesi, çöplerin ortasında her tür alaya maruz şekilde öyle yalınayak dururken acınacak haldeydi. Seyahatine başlarken bunların başına geleceğini biliyordu – haritada görmüştü- fakat yaza özgü uzun araba kuyruğuyla karşı karşıya gelince, hazırlıksız yakalandığını anladı. Ona güldüler, yuhladılar, bir bira kutusu fırlattılar. Durumu kurtaracak ne mizah gücü, ne de saygınlığı vardı. Geri dönebilir, Lucinda'nın hala güneşte oturduğu Westerhazy'lerin evine geri dönebilirdi. Hiçbir şey imzalamamış, hiçbir yemin etmemiş, hiçbir söz vermemişdi, kendisine bile. İnanığı üzere insanların tüm inatçılığı neden sağduyudan bu kadar kolay etkileniyordu? Geri dönmeye gücü yetmez miydi? Hayatını tehlikeye atma pahasına neden seyahatini tamamlamaya kararlıydı? Bu şaka, bu eşek şakası, hangi noktada ciddileşmişti? Geri dönemezdi, Westerhazy'lerin yeşil suyunun berraklığını, günün güzelliklerini içine çekmesini, çok fazla içtik diyen dostlarının sakin sesini bile hatırlayamıyordu. Bir saatlik süre içinde, neredeyse geri dönmesi mümkün olmayacak bir mesafe katetmişti.
Karayolunda saatte onbeş mil giden yaşlı bir adam onu yolun ortasındaki çimen refüje kadar bıraktı, burada kuzeyden gelen arabalar onunla dalga geçtiler ama beş veya onbeş dakika sonra karşıya geçebildi. Buradan Lancester şehrinin yanındaki hentbol kortları ve yüzme havuzlarının olduğu spor merkezine sadece kısa bir yol vardı.
Suyun sesler üzerindeki etkisi, parlaklığın illüzyonu ve bastırması burada da Bunker'lerde olduğu gibiydi. Ama buradaki sesler daha tiz, daha yüksek ve sertti. Kalabalığa karışır karışmaz havuz yönetmeliğiyle karşılaştı. “ HAVUZA GİRMEDEN ÖNCE DUŞ ALINMASI, AYAKLARIN KLOR HAVUZUNDA YIKAMASI, TANITICI KÜNYELERİNİ TAKMALARI MECBURİDİR” Bir duş aldı, ayaklarını bulanık ve yakıcı bir suda yıkadı ve havuzun kenarına gitti. Klor kokuyordu ve ona lavabo gibi geldi. İki kulede duran iki cankurtaran arada sırada düdük çalıp, yerel adres sistemi sayesinde yüzücüleri rahatsız ediyordu. Neddy özlemle Bunker'lerin safir suyunu anımsadı, bu bulanık suda yüzerek mikrop kapabilir, zenginliğine ve prestijine halel getirebilirdi ama kendi kendisine bir kaşif, bir hacı olduğunu hatırlattı, şimdilik sadece Lucinda Nehri'nin durgun bir yerindeydi. Suratını ekşiterek klorlu suya daldı. Başkalarıyla çarpışmamak için başını suyun üzerinde tutarak yüzüyordu ama buna rağmen çarpıyor, tokuşuyordu. Havuzun öteki ucuna geldiğinde iki cankurtaran da kendisine bağırıyordu: “Hey sen! Tanıtıcı künyesi olmayan! Sudan çık!” Sudan çıktı ama adamların onun peşinden filan geleceği yoktu. Güneş yağı ve klor kokularından çıkıp, tel çiti, hentbol sahasını geçti. Yolu geçince Halloran'ların malikanesinin koruluğuna vardı. Çimenler temizlenmemişti ve çimenlere ve havuzu çevreleyen budanmış bodur ağaç çite varana kadar yürümek tehlikeli ve yanıltıcıydı.
Halloran'lar dostuydu, çok zengin ve Komünist oldukları şüphesine maruz kalmış yaşlı bir çiftti. Şevkli reformcuydular ama komünist değillerdi. Yine de tersiyle suçlandıkları zaman sanki bundan heyecanlanmış ve sevinmişlerdi. Çalılar sarı renkteydi ve Levy'lerin akçağaçları gibi böceklendiğini düşündü. Halloran'ları gelişinden haberdar etmek ve mahremiyetlerine girmesini mazur göstermek için merhaba, merhaba diye seslendi. Halloran'lar hiçbir zaman söylemedikleri sebepten ötürü mayo giymezlerdi, gerçekten hiçbir izahı yapılmamıştı. Çıplaklıkları katı reformculuklarının küçük bir ayrıntısıydı, çitin girişine varmadan önce kibarca mayosunu çıkardı.
Beyaz saçlı, güçlü. sakin çehreli bir kadın olan Bayan Halloran Times dergisini okuyordu. Bay Halloran bir süzgeçle suyun üzerindeki yaprakları topluyordu. Onu gördüklerine şaşırmadılar da, hoşlanmamış da değillerdi. Havuzları büyük ihtimalle şehirdeki en eski havuzdu, bir dereden akan suyla dolan dikdörtgen, yontma kaba taşlardan yapılmıştı, arıtma filtresi ve pompası yoktu ve suyun rengi derenin opak sarısındandı.
Ned “yüze yüze şehri geçiyorum” dedi.
Bayan Halloran “A, kimsenin bunu yapabileceği aklıma gelmezdi” dedi.
Ned “Şey, Westerhazy'lerden başladım, dört mil olmalı” dedi.
Mayosunu havuzun öteki ucunda bıraktı, sığ tarafa geldi ve yüzdü. Kendisini sudan çekerken bayan Halloran'ın “başına gelen bütün o talihsizliklere çok üzülüyoruz
Neddy” dediğini duydu.
“Talihsizliklerim mi? Neden bahsettiğinizi anlamadım”
“Niye? Evini sattığını duyduk ve zavallı çocuklarının........”
Ned “Evi sattığımı hatırlamıyorum, kızlar da evdeler” dedi.
Bayan Halloran iç geçirdi “ Evet.....”. Sesi havayı mevsim normali üzerinde bir hüzünle doldurdu. Ve Ned “havuz için teşekkürler” dedi.
Bayan Halloran “Şeyy, iyi yolculuklar” dedi.
Çitin yanında mayosunu giydi ve bağladı. Gevşemişlerdi. Bir gün içinde kilo verip vermediğini merak etti. Biraz kilo vermiş olabilirdi. Üşümüştü, yorgundu ve çıplak Halloran'lar ve karanlık suları onu kederlendirmişti. Bu yüzme onun yaşı için çok fazlaydı ama daha o sabah trabzandan kayıp, Westerhazy'lerde güneşte otururken bunu nasıl tahmin edebilirdi ki? Kolları tükenmişti, bacakları pelte olmuştu ve eklemleri ağrıyordu, en kötüsü de iliklerine kadar üşüyordu, bir daha hiç ısınamayacakmış gibiydi. Ötesine berisine yapraklar düşüyordu ve havada odun kokusu duyuyordu. Yılın bu zamanında kim ateş yakardı ki?
Bir içkiye ihtiyacı vardı, viski onu ısıtır, kendine getirir ve yolculuğunu sona tamamlar ve şehri yüzerek geçecek kadar orijinal ve cesur biri olma fikrini tazelerdi. Manş denizini geçenler brandi içiyordu. Bir takviyeye ihtiyacı vardı. Halloran'ların evinin önündeki çimenliği geçti ve tek kızları Helen'le eşi Eric Sachs için yaptırdıkları eve çıkan küçük patikaya saptı. Sachs'ların havuzu küçüktü ve Helen'i ve kocasını orada buldu.
Helen “A, Neddy? Annemlerde öğle yemeği yedin mi?” dedi.
Ned “yemedim aslında” dedi. “Aileni görmek için uğradım”.
Bu kafi bir açıklamaydı. “Böyle içeri daldığım için kusura bakmayın ama dondum, bir kadeh içki verebilir misiniz? “
Helen “memnuniyetle” dedi. “Fakat Eric'in ameliyatından beri evde içki bulundurmuyoruz, üç yıl önce oldu”
Hafızasını mı kaybediyordu? Acı veren gerçekleri gizleme yeteneği evini sattığını, çocuklarının başının dertte olduğunu ve arkadaşının hastalığını unutturmuş muydu? Gözleri Eric'in yüzünden karnına doğru indi ve karnında ikisi enaz 30 cm, üç, soluk yara izi gördü. Göbeği yok olmuştu ve Neddy “göbeği gitmiş” diye düşündü. “sabahın üçünde tanrı vergisi hediyelerinin yerinde olup olmadığını araştıran avare bir el doğumla bağı kalmayan, göbeksiz bir karından, bu soy ihlalinden ne anlam çıkartır?”
Helen “Biswanger'lerde eminim içki bulabilirsin. Büyük bir parti veriyorlar, sesleri buradan bile duyuluyor, dinle!” dedi.
Kadın başını yukarı doğru kaldırdı ve Ned yolun karşısından, çimenlerden, bahçeden, tarlalardan su üzerindeki berrak ses gürültülerini duydu. “Şeyy ıslanacağım” dedi. Hala yolculuğunun şekli konusunda seçme özgürlüğünün olmadığını düşünüyordu. Saches'lerin soğuk suyuna daldı ve neredeyse boğulur gibi nefesi kesilerek havuzun bir ucundan diğerine yüzdü. Omzunun üzerinden “Lucinda ile ben size gelmeyi çok istiyoruz” dedi. Yüzü Biswanger'lerin evine dönüktü. “ arayı bu kadar soğuttuğumuz için kusura bakmayın en kısa zamanda telefon edeceğiz” dedi.
Biswanger'lere giden bir,iki tarladan geçti, şenşakrak sesler geliyordu. Ona bir içki vermekten şeref duyacaklardı, ona bir bardak içki vermekten memnun olacaklardı. Biswanger'ler onu ve Lucinda'yı yılda dört kez yemeğe davet eder, altı hafta önceden haber verirlerdi. Her zaman geri çevrildikleri halde davetiye göndermeye devam ederlerdi. Toplumun katı ve demokratik olmayan gerçeklerini anlamaya niyetleri yoktu. Bunlar fiyat konuşmayı kokteyllerde, borsa tavsiyelerini akşam yemeğinde yapar ve akşam yemeğinden sonra her çeşit insanın doluştuğu partilerde açıksaçık fıkralar anlatırlardı. Bunlar Neddy'nin grubuna mensup değildi, Lucinda'nın yılbaşı kartı gönderilecekler listesinde bile yoklardı. Umursamazlık, alicenaplık ve biraz da huzursuzlukla dolu olarak - çünkü karanlık çöküyordu ve yılın en uzun günleriydi -havuzlarına doğru gitti. Katıldığı parti gürültülü ve büyüktü. Grace Biswanger göz doktorunu, veterineri, emlakçıyı ve diş doktorunu çağıran tipten bir ev sahibesiydi. Kimse yüzmüyordu ve alacakaranlık suyun üzerine soğuk pırıltılarla yansıyordu.Bir bar vardı ve o tarafa yöneldi. Grace Biswanger kendisini görünce kadın Ned'e doğru yürüdü. Ama kadın ummakta çok haklı olduğu gibi nezaketle değil kızgınlıkla geliyordu.
Kadın yüksek sesle “Vay canına, bu partide her şey var, bacadan giren davetsiz misafirler de!” dedi.
Kadın ona sosyal bakımdan diş geçiremezdi – bu sözkonusu değildi ve Ned de korkup kaçmadı - kibarca “bacadan giren biri olarak bir içkiye değer miyim?” dedi.
Kadın “ keyfine bak” dedi. “davetiyeleri çok umursayan birine benzemiyorsun”
Kadın ona sırtını dönerek misafirlerinin yanına gitti. Ned de bara gidip bir viski istedi. Barmen ona servis yaptı ama kaba bir şekilde. İçinde bulunduğu dünyada garsonlar sosyal skorlara uymak zorundaydı ve bir barmen tarafından bozulmak sosyal olarak itibarını kaybetmek demekti. Ya da belki adam yeniydi ve kim olduğundan haberi yoktu. Sonra Grace'in arkasından konuştuğunu duydu: “bir gece içinde iflas ettiler, maaş hariç hiçbir şey! Ve bir pazar sarhoş sarhoş gelip bizden beşbin dolar borç istedi..........”. Kadın daima paradan söz ederdi. Bu fasulye yemeğini bıçakla yemekten beterdi. Havuza daldı, boydan boya geçti ve gitti.
Listesindeki havuz sondan ikinciydi ve eski metresi Shirley Adams'ındı. Biswanger'lerde yaralanan gururunu orada sarabilirlerdi. Aşk – daha doğrusu seks oyunları - en iyi ağrı kesici, ilaçtı. Hayatın neşesini kalbine dolduracak, baharı önüne serecek parlak renkli bir haptı. Geçen hafta, geçen ay, geçen kış hatırlamıyordu ama bir ilişkileri olmuştu. İlişkilerine son veren Ned olmuştu. Havuzu çevreleyen duvarın kapısından girdi ki, hiçbir şey bu kadar kendine güven belirtisi olamazdı. Sevgilisi olarak – yasal olmayan sevgilisi olarak- bir bakıma burası kendi havuzu gibi geldi. Kutsal aileye ters olarak metres tutmaktan hoşlanıyordu. Bakır rengi saçıyla kadın oradaydı, fakat kadının ışıklandırılmış, gök mavisi suyun kenarındaki vücudu Ned'de öyle önemli hatıralar çağrıştırmadı. Önemsiz bir ilişki olmalıydı diye düşündü, yine de ayrıldıklarında kadın ağlamıştı. Kadın adamı tekrar görmekten şaşkın görünüyordu ve adam da hala acı çekiyor mu diye merak etti. Allah saklasın ya yine ağlarsa?
Kadın “Ne istiyorsun?” diye sordu.
“Yüzerek şehri geçiyorum”
“Aman Tanrı'm ne zaman büyüyeceksin?”
“Mesele nedir?”
Kadın “Eğer para için geldiysen sana verecek tek kuruşum yok” dedi.
“Bir içki verebilirsin”
“Verebilirdim ama vermem yalnız değilim”
“Pekala, ben yoluma gideyim”
Daldı ve havuzu yüzdü. Fakat kendini havuzun kenarına çekmeye çalışırken kollarındaki ve omuzlarındaki gücün gittiğini anladı. Merdivenlere doğru yüzdü ve basamakları çıktı. Omzunun üzerinden ışıklı kabine bakınca genç bir adam gördü. Karanlık bahçeye giderken gecenin içinde krizantem ya da kadife çiçeklerinin kokusunu duydu, çok keskin, inatçı ve sonbahar kokusu olarak doğmuş çiçeklerdi. Yukarı bakınca yıldızların çıktığını gördü. Ama neden Andromeda, Cepheus ve Küçük Ayı takımyıldızları gözüküyordu? Yaz ortasının yıldızlarına ne olmuştu? Ağlamaya başladı.
Büyük ihtimalle yetişkin olduğundan beri ilk kez ağlıyordu, hayatında kesinlikle ilk kez kendisini bu kadar sefil, üşümüş, yorgun ve şaşkın hissediyordu. Katering şirketinin garsonunun kabalığını ya da dizlerinin üzerinde sürünerek ona gelip, gözyaşlarıyla pantolonunu ıslatan metresinin kabalığını anlayamıyordu. Çok uzun mesafe yüzmüştü, çok uzun süre suda kalmıştı, burnu ve boğazı sudan dolayı acıyordu, ihtiyacı olan şey bir içki, birkaç arkadaş ve birkaç kuru, temiz giysiydi. Ve kestirmeden doğruca karşıya geçip evine gidebilecekken, Gilmartin'lerin havuzuna gitti. Burada, hayatında ilk kez havuza dalmadı ama onun yerine merdivenlerden buz gibi suya girdi ve gençliğinde öğrendiği gibi yan yan yüzdü. Yorgunluktan Clyde'lara kadar sendeleyerek ve havuzu yan yana yüzerek, bir eli havuzun kenarında dinlenmek için ikide bir dura dura gitti. Merdiveni tırmandı ve eve gidecek gücünün kalıp kalmadığını merak etti. Yapmak istediğini yapmış, şehri yüze yüze geçmişti. Fakat yorgunluktan öyle sersemlemişti ki, bu başarısından emin değildi. Güç almak için duvarlara tutuna tutuna kendi evine giden yola döndü.
Ev karanlıktı. Saat o kadar geç miydi ki herkes yatmıştı? Lucinda, Westerhazy'lerde akşam yemeğine mi kalmıştı? Kızlar da onunla mıydı yoksa başka bir yere mi gitmişlerdi? Genellikle her pazar yaptıkları gibi tüm davetler konusunda hayıflanıp, evde oturduklarına pişman olmamışlar mıydı? Hangi arabalar var bakmak için garajın kapısını açmaya çalıştı ama kapılar kilitliydi ve kapı kolundan eline pas bulaştı. Eve doğru yaklaşınca fırtınanın yağmur borularından birini söktüğünü gördü, boru dış kapının üzerinde şemsiye gibi sallanıyordu fakat sabah yerine takılabilirdi. Kapı kilitliydi, aptal bir hizmetçi veya uşağın kilitlediğini düşünüyordu ki, bir aşçı veya hizmetçi tutmayalı uzun zaman geçtiğini hatırladı. Bağırdı. Kapıyı yumrukladı ve omuzuyla kapıyı zorladı ve sonra pencereden bakınca evin bomboş olduğunu gördü.
Yazan: JOHN CHEEVER
https://loa-shared.s3.amazonaws.com/static/pdf/Cheever_Swimmer.pdf
Çeviren: Müjde Dural
Film fragmanı: http://www.youtube.com/watch?v=yIegoQAayFs
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder