ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

14 Eylül 2012 Cuma

PİRİNÇ ÇAYDANLIK - Tim MACY

Yol kenarındaki işporta antikacının sahibi yaşlı kadın, tuhaf bir aksanla konuşuyordu. Salaş, bol deri pantolonunun altında kaybolmuş topallayan bacakları ve yalın ayağıyla masayı süpürdü. John, kadının siyah ayak parmaklarına bakmaktan kendini alamadı, sanki soğuktan donmuş gibiydi.
Kadının her halinde vaktiyle aşırı soğuğa maruz kalmışlık vardı.
Alice ve John, üniversitedeki büyük kızlarını ziyaretten dönüyorlardı. Yolda bir kez -o da John ağrıyan sırtını ovalamak istemişti- durdular. Yol boyunca, Alice kızlarına borç olarak verdikleri tüm parayı düşünürken uyumuş ya da uyuyor numarası yapmıştı. Kızları yazın cebir dersi alabilsin diye küçük yaz tatili planlarından çaktırmadan vazgeçmişlerdi.

Yaşlı kadın John'un karısına yaklaştı. Uzun parmaklarıyla pirinç bir çaydanlığı Alice'in eline verdi. Küçük hareketleriyle kolunun şeffaf derisi dalgalandı.
Ne diyeceğini kestiremeyen Alice nazikçe 'Teşekkür ederim' dedi.
Yaşlı kadının tezgahı yeşil bir masa ile eski, lüzumsuz eşyalardan oluşuyordu. Ağır, demir hatıra eşyalar.
Karısı pirinç çaydanlığı Ford Festiva arabalarının arkasına koyarken adam gözlerini kaçırdı. Haftasonu için aldıkları bavulların azıcık ağırlığıyla bile arabanın yolda zorlandığı farkediliyordu.
Eve doğru para yüzünden tartışmaya başladılar. Paralarını harcamışlardı. Üniversitede iki çocuk olunca, ne burslarına yetecekti, ne de Alice ve John'un emekliliğine, ne de ay sonunu getirmeye.
İkinci bir kredi almaktan söz etmeye başladılar.
Araba eve varınca, ikisi de birer valiz aldılar. John kazara kadın elini geri çekemeden Alice'in eline vurdu.
Adam karısının elini öperek " affedersin" dedi. Arabanın içinde sanki birisi pirinç çaydanlığa bir şey atmış gibi bir şıngırtı duyuldu.
Alice'in parmağının zonklaması durunca, kadın pirinç çaydanlığı aldı ve içinde beş tane 25 sent olduğunu gördü.
" Çaydanlık kendi parasını kendi çıkarttı" dedi.
Yine de, kadın çaydanlığı ocağın üstüne koyması için ısrar etmesine John'un canı sıkıldı.
Günlerce modern mutfaklarına yakışmayan çaydanlık canını sıktı. Çocuklar gittikten sonra her şeyi yenilemişlerdi. İki kapılı bir buzdolabı ile kendi kendini temizleyen bir fırın almışlardı. Çocukların burslarını kaybedeceklerini ve Alice'in işten çıkarılacağını bilselerdi bunu asla yapmazlardı. Üç yıl içinde taksitler ödenecekti ve garantisi de aynı sürede bitecekti.
Alice, sabah kahvesini pirinç çaydanlıkta yapmak isteyince John çileden çıktı.
Kadın "elektrikli ısıtıcı bozulmuş" dedi.
John karısına baktı, kadın iş elbiselerini giymiş, beyazlaşmaya başlayan saçlarını at kuyruğu toplamıştı ve kaynayan suya becereksizce kahve çekirdeklerini atıyordu.
Plastik kaşık kaynar suda eğilirken, kadın "daha önce hiç böyle kahve yapmamıştım" dedi. John, nasıl yapılacağını ona göstermeye çalıştı ama emir vermek için fazla erkendi. İkisinin de kahvelerini içip, kahvaltılarını yapana kadar heyheyleri üstündeydi. Öpücükler, kucaklaşmalar ve sevgi gösterileri ancak yiyip, içtikten sonra ortaya çıktı.
Adam " böyle karıştırmalısın" dedi. Koyulaşmaya başlayan çaydanlığın dibine metal bir kaşık daldırdı. John'un yanlışlarını düzelttiği her zaman baktığı gibi adama baktı.
Kadın "Hayır yapma!" diye tersledi. Adamın elini çaydanlıktan itince, çaydanlık sallandı ve kaynar sular John'un bileğine sıçradı. Adam bağırarak sandalyeye oturdu ve karısı buz torbası getirene kadar kızarmış bileğine baktı.
Kadın buzu bastırırken " su toplayacak" dedi. Adam başını salladı ve kadın kahveleri getirip, adam da tost yapana kadar birbirleriyle konuşmadılar.
Kadın "Bu akşam kaçta eve gelirsin?" diye sordu.
Adam "geç gelirim" diye cevap verdi. Her yerden siparişler gelmişti ve yeni sistemle hepsini tek başına halledecekti. Bir başkası ve bir de gelip-giden üniversiteli kadın vardı ama John kendi başına yapmayı tercih ediyordu. Kadın kısa zamanda kendini gösterirse John işinden olabilirdi.
Kahvesinden son yudumu alıp, kalkıp, karısına 'hoşçakal' öpücüğü vermeden önce John ağzında bir şey olduğunu farketti.
"Bu çaydanlığı yıkamış mıydın?"
"Tabii ki, tertemiz"
Adam damağına yapışmış bir kağıt parçasını çıkarttı. Bu iki dolarlık bir kağıt paraydı.
" Kahretsin bu da nesi?"
John parayı kuruması için masaya koyarken, ikisi de eğilip baktılar. Ne o, ne de John bu işin nasıl olduğunu izah edemiyorlardı, Alice çaydanlığı temizlerken bir şekilde parayı farketmemiş miydi ama kadın çaydanlığın her yanını iyice yıkadığına yeminler ediyordu.
Az sonra ikisi de uzun uzun öpüştüler ve hafta sonuyla ilgili kavgaları yüzünden pişmanlıklarını belirttiler. Alice'in dili John'un aralık ağzındaydı, adam içten bir şaşkınlıkla kıvrandı, yanık bileği karısının penyesinin üstüne değerken, elini oradan içeri sokmaya davrandı. Tekrar acıyla bağırdı.
Çaydanlığın içine madeni bir para düştü.
İkisi eğilip şaşkın şaşkın baktılar. John parayı alıp, ışığa tuttu.
Alice, uzanıp, kocasının kolunu elinden geldiğince sıkı çimdikledi. Adam bağırana ya da karısının elini itene kadar çaydanlığın içine düşen paraların sesi duyuldu.
John “bu nasıl oldu?” diye sordu.
Kadın “vur bana” dedi.
Adam kadına baktı.
Beni nakavt et ya da öyle bir şey yap demiyorum morartacak kadar kolumu yumruk at”
John ona vuramazdı. Onun yerine çantasını alıp, sokak kapısına yöneldi.
Geç kalırsam siparişleri kadına yaptırırlar, bu fırsatı kaçıramayız, ödemelerimiz var bir aydan az kaldı”
Alice'i öptü ve arkasından kapıyı kapattı.
Alice'in muhasebe işten çıkartılıp, getir götür işine verildiğinden beri eve ilk önce Alice'in gelip, akşam yemeğini yapması rutindi. John da haftasonları kahvaltı ve yemek işini üstleniyordu. Ama o gece John eve döndüğünde hiç yemek kokusu yoktu.
Karısı kanepede uyuyordu ve çaydanlık kucağındaydı. Saat geç olmuş, on'u geçmişti. Patronuna işleri tek başına yapabileceğini o kadının ayakbağı olacağını, göndermesini söylemişti. Yardımsız sevkiyat işini yapması gerekenden daha uzun zamanda bitirdi.
John'un açlıktan karnı gurulduyordu, kahvaltıdaki tosttan beri bir şey yememiş, buna vakti olmamıştı, aylardır böyle olduğundan midesinde ülser başlamıştı. Saatlerdir ayakta durduğundan dizleri ağrıyordu.
Oturma odası karanlıktı, sadece kapanmış televizyonun olduğu yerde birkaç abajur ışığı vardı.
Lambayı yakarken “ne yapıyorsun?” diye sordu.
Kadın yastıkla yüzündeki morluğu saklamaya çalıştı ama adam morluğu ve bereleri gördü.
Ne oldu?”
Alice'in sağ gözü mosmor olmuş, şişmişti. Sadece minik bir aralıktan görüyordu. Adam mutfağa koşup, buzluktan buz torbasını alıp gözüne koydu.
Kadın sıçradı, gözünün çok hassas olduğunu söyleyerek önce bir havlu koymasını istedi.
Sana biri mi saldırdı? Polis çağırayım mı?”
Kulakları uğulduyordu. Karısının beyin kanaması geçirip ölebileceği endişesisinden başka korkunç bir hastane faturasından da endişe ediyordu. Şirketi çalışanların sorumluluğunu iki katına çıkarttığı için Alice'in sağlık sigortasını ödemeyi durdurmaya zorlanmışlardı.
Kadın 'hayır' diye cevap verdi.
Çaydanlığı John'a verdi. Adam çaydanlığın kapağını kaldırdı ve içinde üç tane on dolar gördü.
Kadın “ütüyle kendime vurdum” dedi. Utanmıştı ama gerçeği söylemeye kararlıydı. “çaydanlık on dolar verdi. İki kere daha vurdum” çaydanlığın daha fazla vereceğini düşündüğünü anlattı.
Seni hastaneye götürmeliyiz”
Kadın reddetti.
Şişlik geçer”. Yaralı bereli başını kocasının omzuna dayayarak parayla dışarıda yemek yemeyi önerdi.
Lokantaya gidecek paraları yokken, yemek ve lokanta düşüncesi John'un bir anlığına karısının ütüyle kendisine vurmasındaki garipliği unutturmaya yetti.
Dolu mideyle daha iyi düşünürüm”
Yemeğe çıkmak için hazırlanırken, Alice çaydanlığı da getirdi ve kucağında tuttu. Adam çaydanlığı bırakmasını söyledi ama kadın reddetti.
Ya hırsız gelir, çalarsa?”
Lokantada John'a karısını döven bir kocaymış gibi bakan garsonun şaşkın bakışları arasında çaydanlığı masanın üzerine koydu. Hayatında ilk kez birisi adamın şiddete başvurabileceğinden şüpheleniyordu.
Adam salatasını silip süpürdükten sonra “bunla ne yapacağız dersin?” diye sordu. Yaşgünleri ve tatillerde gittikleri favori İtalyan lokantasına gitmişlerdi.
Bilmiyorum”. Gözünün altından minik bir irin damladı, John peçetesini ıslatıp onu sildi.
Tek bildiğim elimize bir fırsat geçti...”
Fırsat mı?”
Garson yemeklerle geldi. John makarnasının üzerine dana eti koydu, Alice ise menüdeki çeşitli şeylerden oluşan bir tabak almıştı. Yemeklerini yerken konuşmadılar. O gün Alice'in iş yerinde öğle yemek molası da yoktu. Koca ofis binasında bütün gün yukarı, aşağı getir götür işi yapıyordu. Kıyafet zorunluluğu yüzünden spor ayakkabı giymesine izin vermiyorlardı ve ayakları su topluyordu. Maaşı tam gün muhasebeciyken aldığından çok azdı. Muhasebe işini kaybetmişti çünkü matematik hataları yapıyordu. Önemli bir müşteri için vergi iadesinde yaptığı bir yanlışın şirkete milyonlara mal olduğu söylentisi vardı.
Otuz doların üzerinde bir hesap geldi. İkisi lokantaya gitmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, fiyatlara zam gelmiş ve menüye bakmayı akıl etmemişlerdi.
Kredi kartıyla öderiz.”
borcumuz artar”
Öyle sessiz oturdular. Hesabı ödeyip, bahşiş bırakmak için onbir dolar eksikleri vardı. Kızlarını görmeye gittikleri o uzun haftasonu kalan, benzin ve ekstra harcamalarla son paralarını da yiyip bitirmişlerdi. Maaş almaya daha üç günleri vardı.
Çek yazabilirim”
Kadın lokantanın camındaki yazıyı göstererek “çek kabul etmiyorlar” dedi. Sıcak, doyurucu yemek bile John'un ülserden kıvranmasını gidermedi.
Garsonla göz göze gelmemeye çalışarak geçen birkaç dakikadan sonra John çaydanlığı alıp tuvalete gitti. Tek kişilik bir tuvalet olmasına şükrederek kapıyı kilitledi ve yumruğunu duvara indirdi. Denemesi önce sadece kuruşlar, bozukluklar verdi. Duvardaki fayanslara beş vuruştan sonra parayı saydı, daha üç dolar bile olmamıştı ama parmakları kızarmıştı ve yanıyordu.
Dizini yapabildiği kadar kuvvetle lavaboya çarptı, acı kalbine ve tüm vücuduna buz gibi saplandı, çaydanlığa baktı, beş dolar vardı. Tüm cesaretini toplayıp sıcak suyu sonuna kadar açıp bekledi ve elini suyun altına sokup derisi yanana kadar yirmi saniye bekledi. Gözleri sımsıkı kapalı nihayet yeterli para geldiğinden emin olana dek paraların sesini dinledi.
Alice, hesabı bu kadar çok bozuk parayla ödedikleri için utanmıştı. Çıkarken kendilerine bakan diğer müşterilere bakmamaya çalıştı. Esrarengiz biçimde yaralanan kocası tek gözüyle kapıyı bulması için yardım etti.
Eve döndükten sonra John kanepede kendinden geçti. Alice mutfakta biraz iş yaptı. Odadan 'off', 'sı..tık' gibi fısıltıları duyuyordu.
Sabahleyin çok fazla uyuduğunu farketti. Normalde yatak odasında uyurdu ve çalar saati duyardı ama salon sessizdi. Saat on olmuştu. Alice de çaydanlık gibi anlaşılmazdı. John işe koşturdu, ona bakınca 'dayak yemiş' gibi göründüğünü söylediler. Diğer kadın işle başa çıkabilirdi iki saat olmadığı halde sevkiyatları göndermeyi becermişti.
John köskös eve dönünce karısının da işe gitmediğini gördü.
Niye işte değilsin?” . Adam kadının yüzüne baktı. Öğle güneşi kadının yüzünü lokantadakinden daha beter gösteriyordu.
Adam “niye sabah beni uyandırmadın?” diye sordu.
Kadın o sabah kalkamadığını, garajda asılı duran küreklerden birinin kazara kafasına çarparak bayıldığını söyledi.
John parmaklarıyla kadının kafasını yoklayarak şişliği buldu.
Kadın “Ben iyiyim” dedi.
Adam “buna son vermeliyiz” diye bağırdı. Kadının elindeki çaydanlığı zorla alıp mutfak dolabının tepesine, erişemeyeceği yükseğe koydu. Kadın sandalyeye çıkıp çaydanlığı yine aldı.
En sonunda başarmak için elimize bir fırsat geçti” diye bağırdı. Çaydanlığı bir daha kaptırmaya niyeti yoktu.
“ Başarmak mı?” Adam kadına başarmak için tek yolun ikisinin de çalışması olduğunu söyledi. O gün ikisi de geri kalmıştı.
Asla başaramayacağız John! Asla, asla. Ne zaman elimize azıcık para geçse ya bir şey oluyor, ya çocuklardan birisi...”
Bir saat tartıştılar. Bu arada Alice çaydanlığı sıkısıkı tutuyordu. Kavga sırasında kocasına üç kez 'sen kayıp vakasın' dedi. Adam da bir ara onun kötü bir anne olduğunu söyledi. Birbirlerine bu kadar berbat davranmamışlardı. Kavga bitince sabahtan beri kahvaltı bile etmediklerinden bitkin düştüler. Alice, çaydanlığa bakınca içinin yirmi dolarlıklarla dolu olduğunu gördü, dört yüz doların üzerinde para vardı.
John “ama nasıl?” diye sordu.
Alice arkasına yaslandı ve adamın yüzüne tükürdü. Sonra da öğle yemeği için eve gelirken postacıyla karşılaşmaya nasıl can attığını anlattı.
Yirmi dolar geldi.
Şimdi sıra sende” dedi kadın.
Sen kaltağın tekisin!” Bozukluk çınçın etti.
Hayır! Gerçek bir şey söyle. Benle ilgili nefret ettiğin bir şey ya da yaptığın korkunç bir şeyi söyle. Duygularımı gerçekten incitecek bir şey olsun”
John masaya oturdu hala postacının nasıl bir adam olduğunu gözünün önüne getirmeye çalışıyordu.
Ellen Waterson'la yattım...”
Bunu zaten biliyordum”
Adam “ onunla seninle çıkmaya başladıktan sonra da yattım” dedi.
Bu bir sırdı. Bu sözler yirmi yıldır John'un içinde irinlenmişti, gece karısının yanında yatarken, bu sözlerin kokusunu duyuyordu. Küflenmiş, ıslak, yeşil sözcükler kanına değil ama derisinin içine işlemişti.
Kadının yüzü solgundu ama çaydanlığın içine bakıp 50 doları görünce gülümsedi.
Devam et” dedi.
İkisi de birbirlerine itiraflara devam ettiler. Hiçbir evli çiftin birbiriyle paylaşmadığı şeyleri anlattılar. John, iş yerinde kendi yerini alabileceğinden korktuğu kadının ne harika , dimdik memeleri olduğunu anlattı, Alice, onla tanışmadan önce birlikte olduğu adamı ve kocasının yapmasına izin vermediği şeyleri onun yapmasına nasıl izin verdiğini anlattı, birbirlerini hala seviyorlardı ve günün sonunda çaydanlık onlara binlerce dolar verdi. İşlerinde bir hafta çalışsalar o kadar kazanamazlardı.
Ertesi gün de devam ettiler. Birbirlerine deli gibi bağırıp çağırdıktan sonra ikisi de bitap düşüp, köşelerine çekilip ağlayarak uyuya kaldılar. Dördüncü gün patronu John'a telefon edip işe gelmek için zahmet etmemesini, yerine o kadını aldığını söyledi.
John “iyi, ben başka iş buldum” diye cevap verdi. Patronu sakinliğine şaşırdı. Alice de işe dönmemeye kararlıydı. Ama sırları ve samimi hakaretleri azalıyordu – çaydanlık samimi olmayan sözlere para vermiyordu- yine de aylarca yetecek kadar kazanmışlardı.
Her sabah çok geç, öğleye doğru genelde tek başlarına kalkıyor, kahvaltı sofrasında buluşuyor, çaydanlığı ortalarına alıyorlardı.
Lisedeyken senin için yollu derdim ”
Hiçbir zaman beni tatmin edemedin”
Üç tane yirmi dolar.
Alice, kocasının suratındaki tepkiye göre çaydanlıkta ne kadar para olacağını tahmin etmeyi öğreniyordu. Hakaretler, dövmeler, küçük düşürmeler adamın yüzünde daha kalıcı etki yapıyordu, suratı değişiyordu.
Üçüncü aya geldiklerinde çaydanlık gitgide daha az para vermeye başladı. Geçinebilmek için Alice, parmaklarını dolaba sıkıştırmaktaydı. İkisi çaydanlıktan günde en az yüz dolar gelirse iyi yaşayacaklarını hesaplamışlardı.
En büyük kızları haftasonu ziyarete geleceğini söyleyince Alice kibarca gelmemesini istedi. Kız dinlemedi ve ertesi gece ne göreceğini bilmeden kapının eşiğindeydi.
Kız çocukluğunun geçtiği eve geldiğinde her şey değişmişti. Şöminenin üzerindeki resimler tuzbuz olmuştu, kimi yumrukla, kimi öfkeden. Annesinin saçı kısacık kesilip kırpılmıştı. Kızına değişiklik istediğini söyledi aslında para için kendisi yoluyor, sonra hepsi aynı uzunluğa gelsin diye traş ediyordu.
Asıl sürpriz babasındaydı. Saçları beyazlamış ve şişmanlamıştı. İkisi de bolca tıkınıyor ama spor yapmıyorlardı. Para kazanacak bir anı bile kaçırmamak için çaydanlığın yanından asla ayrılmıyorlardı.
Kanepede oturup, çay içip, merakla değişen ortama bakarken, hocalarını ve sınıfını anlatmaya başladı. Normalde ilgiyle dinlerlerdi, anlattıkları hakkında yorum yapar veya sorular sorarlardı ama ikisi de konuşmuyordu. Alice de, John da kahve sehpasındaki çaydanlığa bakıp duruyorlardı.
Kız çaydanlığı alınca ikisi birden atılıp onu kızın elinden aldılar.
Alice “antika” diyerek çaydanlığı dikkatle yerine koydu.
Kız “gözüne ne oldu?” diye sordu. İnsan dikkatle bakarsa dört ayrı yara görebilirdi ama uzaktan sadece ütüyle yaptığı yara izi görülüyordu.
Kadın “hiçbir şey sadece düştüm” dedi. Sözler ağzından sanki 'teşekkürler' ve 'merhaba' der gibi çıkmıştı.
Alice kızının çimdiklenmemiş, vurulmamış, ezilmemiş, berelenmemiş cildine kıskançlıkla baktı. Yatmak için odalarına gitmeden önce kızını kucaklarken kollarını çimdikledi.
Kız “niye çimdikledin?” diye bağırırdı, annesi “affedersin” derken kız, çaydanlığa düşen bozukluğun sesini farketmedi bile.
Kıza valizini verirken, baldırına çarptı, kız bağırarak birkaç saniye tekledi. Paralar tıngırdarken annesi özürler diledi.
John ve Alice olağan hakaret ve fiziksel saldırılarına devam edebilmek için kızlarının arkadaşlarıyla dışarıda buluşmasını ya da uyumasını bekliyorlardı. Ertesi sabah kız ne olduğunu, annesinin dudağının niye şiştiğini sorunca ikisi de sessiz kalıyordu.
Kızları, planladığı günden daha erken pazar günü gitti. Çünkü annesi arkasından inerken sendeleyip kızını kazara merdivenden itmişti. Kızın dirseğinde çatlak olabilirdi ve okulun tıbbi yardımından faydalanmak için gidecekti. Ne anasının, ne de babasının benzin parası nı verelim dememelerine de şaşırmıştı.
John, gülerek “bunu yapmamalıydın” dedi.
Onun tahsili için kullanacağımız elli dolar”
Mütevazi yuvalarıyla ilgili tüm sırları döküp, saçıp, camları kırıp, tahtaları parçaladıktan sonra ikisi yeniden birbirlerini dövmek zorunda kaldılar. John tekrar eski patronunu aradı ve işine dönmek için yalvardı ama aramalarına dönen olmadı.
Üç ayda bir okul harcı faturası geliyordu, ayrıca elektrik, su, ev taksidi, kredi kartları vardı. Garajdaki kürekle kendine vurup beyin sarsıntısı geçiren Alice'in acil servise alındığını söylemeye gerek yok.
Bir polis memuru John'u bekliyordu ve ona sorular sordu. Verdiği cevapları not etti, ona Alice'in yüzündeki morlukların resimlerini gösterdi.
Polis “düştü mü?” diye sordu.
John başını salladı ve kafasını başka tarafa çevirdi.
Haftanın sonunda John kocaman bir kova dolusu bozuk parayı bankaya götürüp bütünlemelerini istedi. Bozukluklar da azalıyordu. Dörtyüz dolarlık bozukluk umut ederken, ikiyüz elli çıkmıştı.
Alice “buzdolabı bozuldu” dedi.
John bankadan gönlü kırık bir şekilde gelmişti. “Neden? Niye ki?” dedi.
bilmiyorum, belki binlerce kez yumrukladığın içindir”
Kadının tavırları her geçen gün değişiyordu. Bir hafta önce duşta 'kaydığında' kendi kendisine beyin sarsıntısı geçirtmesinden şüphelenmiş, bilinçsizce sallanan, kırmızı ve ıslık vücudunu yatağa sürüklemek zorunda kalmıştı. Kadın kaza demişti ama çaydanlıkta banyodaydı. Deneme yanılma sonucu çaydanlığın yaralanan kişi ancak belirli bir mesafe içindeyse para verdiğini öğrenmişlerdi.
Demek bozuk buzdolabı için beni suçluyorsun, ya arabadan ne haber? Tuzbuz olan camlar için ben de seni suçlayabilirim.”
Kadının cildi soluk, mavimsiydi. Gözleri beyaz değil kırmızı, yeşildi. Uykusuzluk birazcık para getirmişti ama bütün gece uyanık kalmasının sebebi bu değildi. Canı yanıyordu, başı ağrıyor ama doktora gitmeyi reddediyordu. Bir hastane faturası daha öderlerse asla başaramayacaklarını söylüyordu.
Tamirci gelince garantinin bu zararı karşılamayacağını söyledi. Alice adama patladı. Adam kısa boylu, kel ve şişkoydu. Parmaklarında altın, gümüş yüzükler vardı. Üzerine 'Randy' diye ismi yazan mavi bir iş tulumu giymişti.
Hanımefendi kuralları ben koymuyorum” dedi.
Çenesindeki devamlı kanayan yaraya bastıran John, sopayla tamirciye vuran karısının üzerine yürüdü. Adam yaşlı, kilosundan ötürü yavaştı ve sağ ayağı sekiyordu.
John “Alice” diye bağırdı. Elleriyle yüzünü korumaya çalışan adamın üzerinden karısını çekip aldı. Sopa adamın parmağındaki yüzüklere vururken, çaydanlıktaki tıngırtılarla aynı anda ses çıkartıyordu.
John kadının vücudunun yukarısını tutarken, Alice ayağıyla yerde büzülmüş adama tekme attı, kadının ayağı adamın burnuna geldi ve anında burnu kırıldı, yüzü gözü ve yerler kan içinde kaldı.
Adam eliyle yüzünü kapatırken “Sen delisin!” “Karın manyak bir kaltak diye bağırdı.
John sakin sakin “deli değil” dedi.
John çaydanlığın yanına gitti ve içinden yeni oluşmuş bir yüz dolar alıp, tamirciye verdi.
John “bu yeter mi?” diye sordu.
Adam güldü.
Sizi dava edeceğim, burnum kırıldı!”
John yan gözle karısına baktı. Mutfağın ışığında mavimsi cildi yanıyordu. Uzakta bir yerde telefon çaldı ama kimse duymadı. Tamirci dahil herkesin duyduğu tek ses Alice'in tamircinin karnına sapladığı bıçağın delici sesiydi. Adam çıkartmak için iki eliyle bıçağı sapına uzandı ama Alice bıçağı daha derine sapladı ve filmlerde gördüğü gibi döndürdü.
John “Ne yaptın kahrolası?” diye bağırdı.
Derhal karısını bu işten nasıl kurtaracağını ve cesedi ne yapacağını düşünmeye başladı.
Şişman adamın vücudu iki harekette yere düştü, omurgası dik durmaya çalışırken, uylukları ve bilekleri cansızdı. Adamın kalbi durmadan Alice bir kez daha vurdu.
John yine “Ne yaptın kahrolası?” diye bağırdı.
Kadın tamircinin yanına gitti, adamın hala acı hissedeceğini umarak birkaç kez daha bıçağı sapladı. Sonra kalktı. John dehşet içinde köşede duruyordu ve çaydanlığa doğru yürüdü. Kadın kapağı açtı. Yüzüne kanlı bir gülümseme geldi.
Kadın “Şunlara bak” dedi. Bakması için çaydanlığı kaldırıp tuttu ama adam bakmıyordu. Çaydanlık ağzına kadar yüzlerce dolarla doluydu.
John “Bir adam öldürdün!” diye bağırdı. Panikle mutfak penceresinden baktı. Görünürde kimse yoktu. “Cesedi arabasına götürmeliyiz, bak bakalım anahtarları nerede?”
John kanları silmek için banyodan havlu getirdi. Döndüğünde kadın hala elinde bıçakla adamın yanındaydı.
Kadın “öldükten sonra işe yaramıyor” dedi.
Adam “Bana yardım edebilir misin?” dedi.
Bir sürü temizleyici deterjan getirmişti.
Millet adamın kaybolduğunu anlamadan önce bir şeyler yapmalıyız”
Alice dinlemiyor şimdi içi boşalmış çaydanlığa bakıyordu.
Krallar gibi yaşayabiliriz” diye fısıldadı. “Etrafta bize güvenen en az yirmi komşumuz var. Caddenin karşısında Don'un dolabında bir tüfek var ve dolu tutuyor”
Dört temmuz bayramında ikisine de göstermişti.
Benjamin Franklin' in değişmeyen yüzleriyle dolu dolarları avuçlayarak “burada onbin doların üzerinde para var, krallar gibi yaşayabiliriz” diye tekrarladı.

Yazan: TIM MACY
Not: Bu öykü, 2007'de film yapılmıştır.