ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

27 Ocak 2012 Cuma

DESIREE' nin BEBEĞİ (DESIREE's BABY) - KATE CHOPIN

Güzel bir gün olduğundan Madam Valmonde, Desiree’yi ve bebeği görmek için L’Abri’ye doğru faytonla yola çıktı.
Desiree’yi bir bebekle düşünmek kadını güldürüyordu. Çünkü daha dün Desiree’nin kendisi bir bebekti. Atın sürücüsü beyefendi. Valmonde’un büyük kapısına vardığında, Desiree’yi büyük, beyaz taş sütunun dibinde uyurken bulmuştu.
Minik şey, adamın kollarında uyanmış ve ‘dada’ diye ağlamıştı. Söyleyebildiği veya yapabildiği tek şey de buydu. Bazıları oraya kendi kendine gelmiş olabileceğini söylediler çünkü emekleyebiliyordu, En yaygın kanı ise pamuk tarlalarının aşağısında ve üstü çadır bezi kaplı arabalarıyla geç saatlerde oradan geçen Teksas’lı bir grubun bebeği oraya kasten bıraktıklarıydı. O dönemde, Madam Valmond, tüm söylentileri bir yana bırakıp, kendi çocuğu olmadığı için, Desiree’yi iyiliksever birinin ilahi bir kudretle ona gönderdiğine inandı. Kız, Valmond’un hayran duyduğu şekilde güzelleşip, serpildi.

Kız, onsekiz yıl önce, uyurken gölgesine terk edildiği taş sütuna yaslandığı bir gün, atının üzerindeki Armand Aubigny’nin görür görmez kıza aşık olduğuna şüphe yoktu. Tüm Aubigny’ler böyle silahla vurulmuş gibi aşık olurlardı. İşin tuhafı kızı önceden sevmiyordu, çünkü sekiz yaşında bir oğlanken, annesini kaybedince, babası Paris’teki evden çocuğu alıp buraya getirmişti ve oğlan o günden beri kızı tanıyordu. Kızı o gün kapıda gördüğünde içinde uyanan ihtiras, bir çığ ya da orman yangını gibi, tüm engelleri silip süpürdü.
Mösyö Valmonde, pratik biriydi ve her şeyi dikkate almak istiyordu: Kızın anne, babası bilinmiyordu. Armand ise kızın gözlerine baktı ve hiçbir şey umurunda olmadı. Kızın isimsiz olduğunu söylediler. Ona Louisana’daki en eski ve saygın isimlerden birini verebilecekken
isminin olmamasının ne önemi vardı? Paris’ten meyva sepeti ısmarladı ve gelene kadar sabırla bekledi, sonra da evlendiler.
Madam Valmonde, dört haftadır Desiree ve bebeğini görmemişti. Her zamanki gibi, L’abri’ye varıp, binayı gördüğünde içi ürperdi. Çünkü, yaşlı mösyö Aubigny’nin karısı ölüp, onu Fransa’da toprağa verdiğinden bu yana, yıllardır evin hanımı yoktu ve ev çok kederli görünüyordu. Ve kadın da yurdunu çok sevdiğinden ayrıldığına üzülüyordu. Siyah çatı, sarı boyalı binayı kuşatan geniş salonların üzerinden, rahip cübbesi gibi , aşağıya uzanmıştı. Yanında, ulu, kocaman meşe ağaçları büyümüştü ve ağacın büyük yapraklı, uzun dalları binayı gölgeliyordu. Genç Aubigny’nin kuralları katıydı ve emrinde çalışan zenciler, eski efendilerinin hoşgörülü, günlerdeki neşelerini unutmuşlardı.
Genç anne, yumuşak müslin ve danteller arasında, boylu boyunca kanepeye uzanmış, kendine geliyordu. Meme emerken uykuya dalmış bebeği kollarındaydı. Hemşire kadın pencerenin yanında yelpazeleniyordu.
Şişman vücudunu eğen Madam Valmonde, Desiree’yi öptü, kızı şefkatle kucakladı. Sonra bebeğe döndü.
O günlerde Valmonde’da Fransızca konuşuluyordu ve “bu bebek değil!” diye bağırdı.
Desiree gülerek “ bu kadar çabuk büyümesine şaşacağını biliyordum, bacaklarına, ellerine bak anne, ve tırnaklarına baksana, Zandrine bu sabah kesmek zorunda kaldı, değil mi Zandrine?”
Türbanlı başını saygıyla eğen kadın “ evet Madam” dedi.
Desiree “hele bir ağlaması var, kulakları sağır ediyor, geçen gün Armand ağlamasını ta Blanche’ın odasından duymuş”
Madame Valmonde gözlerini bebekten ayırmıyordu, bebeği de alıp en küçük pencerenin yanına gitti, bebeği inceledi, sonra tarlalara bakan Zandrine’i soran gözlerle baktı.
Madam Valmonde yavaşça, “evet bebek büyümüş, değişmiş,” diyerek bebeği annesinin yanına geri götürdü. “Armand ne diyor?”
Desiree’nin yüzü mutluluktan aydınlandı.
Ah, Armand yörenin en gururlu babası, biliyorum çünkü en başta bir oğlan, ismini taşıyacak, gerçi kız olsaydı da seveceğini söylüyordu. Fakat doğru olmadığını, beni kırmamak için öyle söylediğini biliyorum. Madam Valmonde’nin yüzünü kendisine doğru döndürerek “ve anne, bebek doğduğundan beri kimseyi, hiç birini cezalandırmadı. İşten kaçmak için ayağını yakmış numarası yapan Negrillon’u bile. Sadece güldü ve Negrillon’un çok haylaz olduğunu söyledi. Ah, anne öyle mutluyum ki, beni korkutuyor,”
Desiree’nin söyledikleri doğruydu. Oğlunun doğumundan sonra Armand Aubigny’nin buyurgan ve titiz huyu büyük ölçüde değişmişti. Adam kaşlarını çatınca titriyor ama onu seviyordu. Gülümseyince de Tanrı’dan başka şey istemiyordu. Kıza aşık olduğu günden beri Armand’ın yakışıklı, esmer yüzündeki çizgiler onu değiştirmemişti.
Bebek üç aylık kadar olduğunda, Desiree, etraftaki bir şeylerin huzurunu bozduğunu hissetti. Başta pek belli değildi. Zencilerin arasında tuhaf, esrarengiz bir hava vardı, uzak komşular beklenmedik ziyaretler yapıp, sebep gösteremiyorlardı. Sonra kocasının tavırlarında, sormaya korktuğu tuhaf, korkunç bir değişiklik. Kocası onunla konuşurken gözlerine bakmıyordu, gözlerindeki eski aşk pırıltıları gitmişti, adam kendini evden dışarı atıyor ve eve geldiği zaman da sebepsiz yere karısını ve bebeği görmek istemiyordu. Ve kölelere karşı da sanki ruhuna şeytan girmiş gibi davranıyordu. Desiree ölmeyi isteyecek kadar perişandı.
Sıcak bir öğleden sonra, odasında oturmuş, elleriyle omuzlarından aşağı dökülen, ipeksi kahverengi saçlarıyla oynuyordu. Bebek annesinin yarı çıplak, saten perdeli, muhteşem bir tahta benzeyen, maun yatağında uyuyordu. La Blanche’ın yarı çıplak melez çocuklarından biri elindeki tavus kuşu tüyleriyle bebeğe yelpaze yapıyordu. Yaklaşan tehlikeli sisle savaşmaya çalışan Desiree’nin kederli, boş bakışları bebekteydi, bir kendi bebeğine, bir yanında duran oğlana bakıyordu, ve sonra yine, yine….”Ah”. Elinde olmadan inlediğinin farkında değildi. Damarlarındaki kan buz gibi donmuş ve yüzü terlemişti.
Küçük oğlana bir şey söylemek istedi ama başta sesi çıkmadı. Oğlan isminin söylendiğini duyunca baktı, hanımefendi kapıyı işaret ediyordu, elindeki kocaman, yelpazeyi bırakıp, çıplak parmak uçlarında, cilalı yerlere basarak kapıya yöneldi.
Kadın gözleri kendi bebeğine sabit, sessiz duruyordu ve yüzünde korku vardı.
Kocası içeri girdi ve karısını fark etmeden, masasına gidip kağıtların içinde bir şey aramaya koyuldu.
Bir insanı bıçaklayacak bir sesle “Armand” dedi. Fakat kocası cevap vermedi. Kadın tekrar seslendi ve ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü. Kocasının kolunu yakalayarak “Armand, çocuğumuza bak, bu ne anlama geliyor?”
Adam soğuk ama nazik bir biçimde kadının parmaklarını kolundan kurtardı ve elini kendisinden uzaklaştırdı. Kadın ümitsizce “bu ne demek oluyor söyle bana!” diye bağırdı.
Adam hafif bir sesle “ bu çocuk beyaz değil demek, bu sen bir beyaz değilsin demek”
Bu suçlamayı kavrayan kadın, istenmeyen bir cesaretle bunu yalanlamaya başladı.
Bu yalan, bu doğru değil, saçlarıma bak kahverengi, ve gözlerim gri. Armand, gri olduğunu biliyorsun, ve cildimin rengi açık.” Adamın bileğini kavrayarak, histerik bir şekilde güldü “ Elime bak, seninkinden beyaz Armand”
Adam zalimce “Blanche’inki kadar beyaz” diyerek, kadını çocuğuyla baş başa bırakarak gitti.
Elleri kalem tutacak gücü bulunca, madam Valmonde’ a kederli bir mektup gönderdi.
Anneciğim, benim beyaz olmadığımı söylüyorlar, Armand beyaz olmadığımı söyledi. Allah aşkına onlara bunun doğru olmadığını söyleyin. Bunun doğru olmadığını bilmeniz gerek. Öleceğim, ölmem lazım, bu kadar mutsuzken yaşayamam”
Gelen cevap kısaydı.
Desiree’m, eve Valmonde’a, seni seven annene gel, çocuğunu da getir”
Cevap Desiree’ye ulaşınca, kadın mektubu da alıp kocasının çalışma odasına gitti, mektubu masanın üzerine, adamın önüne koydu. Kadın heykel kadar hareketsizdi, beyaz, sessiz.
Adam sessizce, soğuk gözlerini mektupta yazılanlar üzerinde gezdirdi.
Kocası hiçbir şey söylemedi. Kadın kederli bir sesle “gideyim mi Armand?” diye sordu.
evet git”
gitmemi istiyor musun?”
evet gitmeni istiyorum”
Adam Tanrı’nın ona zalimce ve haksızca davrandığını düşünüp, bunun intikamını kadının ruhunu yaraladığı bu bıçak gibi sözlerle aldığını hissediyordu. Dahası, artık kadını sevmiyordu, çünkü kadın istemeden adamın ismini ve evini lekelemişti.
Kadın yumruk yemiş gibi döndü ve adamın kendisini geri çağıracağı umuduyla yavaşça kapıya doğru gitti.
Hoşça kal Armand” diye inledi.
Adam yanıt vermedi. Bu adamın kaderine yaptığı son vuruştu.
Desiree çocuğu bulmaya gitti, Zandrine çocukla bahçede geziniyordu, kadın tek söz etmeden bebeği dadının kollarından aldı ve meşe ağacının dalları arkasında kayboldu.
Bir Ekim öğleden sonrasıydı, güneş henüz batıyordu. Sessiz tarlalarda zenciler pamuk topluyordu.
Desiree ne beyaz elbisesini, ne de terliklerini değiştirdi. Saçlarını toplamamıştı ve güneş ışıkları kahverengi saçlarında altın gibi parlıyorlardı. Valmonde’un pamuk tarlalarına giden büyük yoldan gitmedi, ıssız tarla yoluna saptı, anızlar nazik ayaklarını incitiyor, narin elbisesini yırtıyordu. Kalın kamışlar, sazlar ve salkım söğütlerle dolu nehir kenarına vardı ve bir daha geri dönmedi.
Bir,iki hafta sonra L’abri’de tuhaf bir koku hasıl oldu. Arka avluda kocaman bir ateş yakılmıştı. Armand Auigby, manzaraya hakim bir yere oturmuş, yarım düzine zenciye ateşi harlandıracak şeyleri veriyordu.
Odun yığınlarının üzerinde, zaten çok pahalı nadir, nakışlı, saten, kadife, dantelli bebek takımlarıyla, başlıklarla, eldivenlerle harlanan ateşe, meşe ağacından, süslü püslü tülleriyle bir beşik atıldı.
Ateşe atılacak son şey bir mektup demetiydi, Desiree’nin evliliklerinin ilk yıllarında adama gönderdiği masum yazılar. Mektuplardan bir tanesi ise çekmecede kalmıştı. Fakat o kalan mektup Desiree’ye ait değildi, vaktiyle annesinin babasına yazdığı bir mektubun bir parçasıydı. Adam mektubu okudu. Annesi babasının sevgisinden dolayı tanrıya şükrediyordu…
fakat her şeyden öte, Tanrı’ya şükrediyorum ki, bir tanecik Armand’ımız, kendisine tapan annesinin, kölelikle damgasıyla lanetlenen bir ırka mensup olduğunu asla bilmeyecek.”    

Yazan: KATE CHOPIN
Çeviren: Müjde Dural

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder