Güzel bir gün olduğundan
Madam Valmonde, Desiree’yi ve bebeği görmek için L’Abri’ye
doğru faytonla yola çıktı.
Desiree’yi bir bebekle
düşünmek kadını güldürüyordu. Çünkü daha dün Desiree’nin
kendisi bir bebekti. Atın sürücüsü beyefendi. Valmonde’un
büyük kapısına vardığında, Desiree’yi büyük, beyaz taş
sütunun dibinde uyurken bulmuştu.
Minik şey, adamın
kollarında uyanmış ve ‘dada’ diye ağlamıştı.
Söyleyebildiği veya yapabildiği tek şey de buydu. Bazıları
oraya kendi kendine gelmiş olabileceğini söylediler çünkü
emekleyebiliyordu, En yaygın kanı ise pamuk tarlalarının
aşağısında ve üstü çadır bezi kaplı arabalarıyla geç
saatlerde oradan geçen Teksas’lı bir grubun bebeği oraya kasten
bıraktıklarıydı. O dönemde, Madam Valmond, tüm söylentileri
bir yana bırakıp, kendi çocuğu olmadığı için, Desiree’yi
iyiliksever birinin ilahi bir kudretle ona gönderdiğine inandı.
Kız, Valmond’un hayran duyduğu şekilde güzelleşip, serpildi.
Kız, onsekiz yıl önce,
uyurken gölgesine terk edildiği taş sütuna yaslandığı bir gün,
atının üzerindeki Armand Aubigny’nin görür görmez kıza aşık
olduğuna şüphe yoktu. Tüm Aubigny’ler böyle silahla vurulmuş
gibi aşık olurlardı. İşin tuhafı kızı önceden sevmiyordu,
çünkü sekiz yaşında bir oğlanken, annesini kaybedince, babası
Paris’teki evden çocuğu alıp buraya getirmişti ve oğlan o
günden beri kızı tanıyordu. Kızı o gün kapıda gördüğünde
içinde uyanan ihtiras, bir çığ ya da orman yangını gibi, tüm
engelleri silip süpürdü.
Mösyö Valmonde, pratik
biriydi ve her şeyi dikkate almak istiyordu: Kızın anne, babası
bilinmiyordu. Armand ise kızın gözlerine baktı ve hiçbir şey
umurunda olmadı. Kızın isimsiz olduğunu söylediler. Ona
Louisana’daki en eski ve saygın isimlerden birini verebilecekken
isminin olmamasının ne
önemi vardı? Paris’ten meyva sepeti ısmarladı ve gelene kadar
sabırla bekledi, sonra da evlendiler.
Madam Valmonde, dört
haftadır Desiree ve bebeğini görmemişti. Her zamanki gibi,
L’abri’ye varıp, binayı gördüğünde içi ürperdi. Çünkü,
yaşlı mösyö Aubigny’nin karısı ölüp, onu Fransa’da
toprağa verdiğinden bu yana, yıllardır evin hanımı yoktu ve ev
çok kederli görünüyordu. Ve kadın da yurdunu çok sevdiğinden
ayrıldığına üzülüyordu. Siyah çatı, sarı boyalı binayı
kuşatan geniş salonların üzerinden, rahip cübbesi gibi , aşağıya
uzanmıştı. Yanında, ulu, kocaman meşe ağaçları büyümüştü
ve ağacın büyük yapraklı, uzun dalları binayı gölgeliyordu.
Genç Aubigny’nin kuralları katıydı ve emrinde çalışan
zenciler, eski efendilerinin hoşgörülü, günlerdeki neşelerini
unutmuşlardı.
Genç anne, yumuşak
müslin ve danteller arasında, boylu boyunca kanepeye uzanmış,
kendine geliyordu. Meme emerken uykuya dalmış bebeği
kollarındaydı. Hemşire kadın pencerenin yanında
yelpazeleniyordu.
Şişman vücudunu eğen
Madam Valmonde, Desiree’yi öptü, kızı şefkatle kucakladı.
Sonra bebeğe döndü.
O günlerde Valmonde’da
Fransızca konuşuluyordu ve “bu bebek değil!” diye bağırdı.
Desiree gülerek “ bu
kadar çabuk büyümesine şaşacağını biliyordum, bacaklarına,
ellerine bak anne, ve tırnaklarına baksana, Zandrine bu sabah
kesmek zorunda kaldı, değil mi Zandrine?”
Türbanlı başını
saygıyla eğen kadın “ evet Madam” dedi.
Desiree “hele bir
ağlaması var, kulakları sağır ediyor, geçen gün Armand
ağlamasını ta Blanche’ın odasından duymuş”
Madame Valmonde gözlerini
bebekten ayırmıyordu, bebeği de alıp en küçük pencerenin
yanına gitti, bebeği inceledi, sonra tarlalara bakan Zandrine’i
soran gözlerle baktı.
Madam Valmonde yavaşça,
“evet bebek büyümüş, değişmiş,” diyerek bebeği annesinin
yanına geri götürdü. “Armand ne diyor?”
Desiree’nin yüzü
mutluluktan aydınlandı.
“Ah, Armand yörenin en
gururlu babası, biliyorum çünkü en başta bir oğlan, ismini
taşıyacak, gerçi kız olsaydı da seveceğini söylüyordu. Fakat
doğru olmadığını, beni kırmamak için öyle söylediğini
biliyorum. Madam Valmonde’nin yüzünü kendisine doğru döndürerek
“ve anne, bebek doğduğundan beri kimseyi, hiç birini
cezalandırmadı. İşten kaçmak için ayağını yakmış numarası
yapan Negrillon’u bile. Sadece güldü ve Negrillon’un çok
haylaz olduğunu söyledi. Ah, anne öyle mutluyum ki, beni
korkutuyor,”
Desiree’nin söyledikleri
doğruydu. Oğlunun doğumundan sonra Armand Aubigny’nin buyurgan
ve titiz huyu büyük ölçüde değişmişti. Adam kaşlarını
çatınca titriyor ama onu seviyordu. Gülümseyince de Tanrı’dan
başka şey istemiyordu. Kıza aşık olduğu günden beri Armand’ın
yakışıklı, esmer yüzündeki çizgiler onu değiştirmemişti.
Bebek üç aylık kadar
olduğunda, Desiree, etraftaki bir şeylerin huzurunu bozduğunu
hissetti. Başta pek belli değildi. Zencilerin arasında tuhaf,
esrarengiz bir hava vardı, uzak komşular beklenmedik ziyaretler
yapıp, sebep gösteremiyorlardı. Sonra kocasının tavırlarında,
sormaya korktuğu tuhaf, korkunç bir değişiklik. Kocası onunla
konuşurken gözlerine bakmıyordu, gözlerindeki eski aşk
pırıltıları gitmişti, adam kendini evden dışarı atıyor ve
eve geldiği zaman da sebepsiz yere karısını ve bebeği görmek
istemiyordu. Ve kölelere karşı da sanki ruhuna şeytan girmiş
gibi davranıyordu. Desiree ölmeyi isteyecek kadar perişandı.
Sıcak bir öğleden
sonra, odasında oturmuş, elleriyle omuzlarından aşağı dökülen,
ipeksi kahverengi saçlarıyla oynuyordu. Bebek annesinin yarı
çıplak, saten perdeli, muhteşem bir tahta benzeyen, maun yatağında
uyuyordu. La Blanche’ın yarı çıplak melez çocuklarından biri
elindeki tavus kuşu tüyleriyle bebeğe yelpaze yapıyordu. Yaklaşan
tehlikeli sisle savaşmaya çalışan Desiree’nin kederli, boş
bakışları bebekteydi, bir kendi bebeğine, bir yanında duran
oğlana bakıyordu, ve sonra yine, yine….”Ah”. Elinde olmadan
inlediğinin farkında değildi. Damarlarındaki kan buz gibi donmuş
ve yüzü terlemişti.
Küçük oğlana bir şey
söylemek istedi ama başta sesi çıkmadı. Oğlan isminin
söylendiğini duyunca baktı, hanımefendi kapıyı işaret
ediyordu, elindeki kocaman, yelpazeyi bırakıp, çıplak parmak
uçlarında, cilalı yerlere basarak kapıya yöneldi.
Kadın gözleri kendi
bebeğine sabit, sessiz duruyordu ve yüzünde korku vardı.
Kocası içeri girdi ve
karısını fark etmeden, masasına gidip kağıtların içinde bir
şey aramaya koyuldu.
Bir insanı bıçaklayacak
bir sesle “Armand” dedi. Fakat kocası cevap vermedi. Kadın
tekrar seslendi ve ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü. Kocasının
kolunu yakalayarak “Armand, çocuğumuza bak, bu ne anlama
geliyor?”
Adam soğuk ama nazik bir
biçimde kadının parmaklarını kolundan kurtardı ve elini
kendisinden uzaklaştırdı. Kadın ümitsizce “bu ne demek oluyor
söyle bana!” diye bağırdı.
Adam hafif bir sesle “
bu çocuk beyaz değil demek, bu sen bir beyaz değilsin demek”
Bu suçlamayı kavrayan
kadın, istenmeyen bir cesaretle bunu yalanlamaya başladı.
“ Bu yalan, bu doğru
değil, saçlarıma bak kahverengi, ve gözlerim gri. Armand, gri
olduğunu biliyorsun, ve cildimin rengi açık.” Adamın bileğini
kavrayarak, histerik bir şekilde güldü “ Elime bak, seninkinden
beyaz Armand”
Adam zalimce “Blanche’inki
kadar beyaz” diyerek, kadını çocuğuyla baş başa bırakarak
gitti.
Elleri kalem tutacak gücü
bulunca, madam Valmonde’ a kederli bir mektup gönderdi.
“Anneciğim, benim beyaz
olmadığımı söylüyorlar, Armand beyaz olmadığımı söyledi.
Allah aşkına onlara bunun doğru olmadığını söyleyin. Bunun
doğru olmadığını bilmeniz gerek. Öleceğim, ölmem lazım, bu
kadar mutsuzken yaşayamam”
Gelen cevap kısaydı.
“ Desiree’m, eve
Valmonde’a, seni seven annene gel, çocuğunu da getir”
Cevap Desiree’ye
ulaşınca, kadın mektubu da alıp kocasının çalışma odasına
gitti, mektubu masanın üzerine, adamın önüne koydu. Kadın
heykel kadar hareketsizdi, beyaz, sessiz.
Adam sessizce, soğuk
gözlerini mektupta yazılanlar üzerinde gezdirdi.
Kocası hiçbir şey
söylemedi. Kadın kederli bir sesle “gideyim mi Armand?” diye
sordu.
“evet git”
“gitmemi istiyor musun?”
“evet gitmeni istiyorum”
Adam Tanrı’nın ona
zalimce ve haksızca davrandığını düşünüp, bunun intikamını
kadının ruhunu yaraladığı bu bıçak gibi sözlerle aldığını
hissediyordu. Dahası, artık kadını sevmiyordu, çünkü kadın
istemeden adamın ismini ve evini lekelemişti.
Kadın yumruk yemiş gibi
döndü ve adamın kendisini geri çağıracağı umuduyla yavaşça
kapıya doğru gitti.
“Hoşça kal Armand”
diye inledi.
Adam yanıt vermedi. Bu
adamın kaderine yaptığı son vuruştu.
Desiree çocuğu bulmaya
gitti, Zandrine çocukla bahçede geziniyordu, kadın tek söz
etmeden bebeği dadının kollarından aldı ve meşe ağacının
dalları arkasında kayboldu.
Bir Ekim öğleden
sonrasıydı, güneş henüz batıyordu. Sessiz tarlalarda zenciler
pamuk topluyordu.
Desiree ne beyaz
elbisesini, ne de terliklerini değiştirdi. Saçlarını
toplamamıştı ve güneş ışıkları kahverengi saçlarında altın
gibi parlıyorlardı. Valmonde’un pamuk tarlalarına giden büyük
yoldan gitmedi, ıssız tarla yoluna saptı, anızlar nazik
ayaklarını incitiyor, narin elbisesini yırtıyordu. Kalın
kamışlar, sazlar ve salkım söğütlerle dolu nehir kenarına
vardı ve bir daha geri dönmedi.
Bir,iki hafta sonra
L’abri’de tuhaf bir koku hasıl oldu. Arka avluda kocaman bir
ateş yakılmıştı. Armand Auigby, manzaraya hakim bir yere
oturmuş, yarım düzine zenciye ateşi harlandıracak şeyleri
veriyordu.
Odun yığınlarının
üzerinde, zaten çok pahalı nadir, nakışlı, saten, kadife,
dantelli bebek takımlarıyla, başlıklarla, eldivenlerle harlanan
ateşe, meşe ağacından, süslü püslü tülleriyle bir beşik
atıldı.
Ateşe atılacak son şey
bir mektup demetiydi, Desiree’nin evliliklerinin ilk yıllarında
adama gönderdiği masum yazılar. Mektuplardan bir tanesi ise
çekmecede kalmıştı. Fakat o kalan mektup Desiree’ye ait
değildi, vaktiyle annesinin babasına yazdığı bir mektubun bir
parçasıydı. Adam mektubu okudu. Annesi babasının sevgisinden
dolayı tanrıya şükrediyordu…
“ fakat her şeyden öte,
Tanrı’ya şükrediyorum ki, bir tanecik Armand’ımız, kendisine
tapan annesinin, kölelikle damgasıyla lanetlenen bir ırka mensup
olduğunu asla bilmeyecek.”
Yazan: KATE CHOPIN
Çeviren: Müjde Dural
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder