ünlü kısa hikayeler

ünlü kısa hikayeler

12 Mart 2012 Pazartesi

KIRDA BİR GÜN - ÇEHOV


Sabahın sekizi ile dokuzu arasında.
Koyu, kurşuni bir bulut yığını güneşe doğru gökyüzünde yükseliyordu, şimşeklerin kırmızı zigzagları orayı, burayı aydınlatıyordu, uzaklardan gökgürültüsünün sesi geliyordu, ılık bir rüzgar çimenlerin üzerinde dans ediyor, ağaçlara dolanıp, toz toprağa karışıyordu, bir saniye içinde Mayıs yağmuru başlayacak ve tam bir fırtına kopacaktı.
Altı yaşındaki küçük dilenci kız Fyorka, eskici Terenty’yi bulmak için köye doğru koşuyordu. Platin rengi saçlı, soluk yüzlü kızın ayakları çıplaktı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı, dudakları titriyordu.

Rastladığı herkese “amca Terenty nerede?” diye sordu. Kimse cevap vermedi. Hepsi yaklaşan fırtınayla meşguldü ve kulübelerine girmek için acele ediyorlardı. Sonunda Terenty’nin can dostu, kilise zangoçu Sitanty Siliç’e rastladı, rüzgarda savrularak yürüyordu.
“Terenty nerede amca?”
Silanty “ mutfak bahçesinde” dedi.
Dilenci kız kulübelerin arkasındaki mutfak bahçelerine koştu, uzun boylu, zayıf, çiçek bozuğu yüzlü, çıplak ayaklı ve üzerinde eski püskü bir kadın cekediyle, Terenity sebze tarlasındaydı, mahmur ve sarhoş gözlerle koyu bulutlara bakıyordu. Değnek gibi uzun bacaklarıyla rüzgarda sallanıyordu.
Beyaz kafalı dilenci kız “ Terenty amca! aşkım!” diye adama seslendi.
Terenty Fyolka’yı görünce diz çöktü, suratsız, ayyaş yüzü, küçük, aptalca, saçma ama sıcacık, sevimli bir şey gördüklerindeki gibi kocaman bir gülümsemeyle aydınlandı.
Peltek peltek ama şefkatle sordu “Ah, Allah’ın kulu Fyolka, nereden çıktın?”
Fyolka, eskicinin ceketine asılarak, ağlayarak “ Danilka abi kaza geçirdi, gel çabuk!” dedi.
“Nasıl bir kaza? Of, gök nasıl da gürlüyor! Tanrı’m, tanrı’m, ne tür bir kaza?”
“Kont’un korusunda Danilka elini bir ağaç kovuğuna sıkıştırdı, şimdi çıkartamıyor, gel amca, onun elini kovuktan çıkartma iyiliğini göster.”
“Ne demeye elini kovuğa soktu? Niye?”
“ Guguk kuşunun yumurtasını bana vermek için”
“ Gün henüz başladı ve şimdiden başını belaya soktun” Terenty başını salladı ve mahsus tükürdü “ Şeyy, şimdi seninle ne yapsam? Gitmem gerek….gitmeliyim, hay kurtar yiyesice yaramaz çocuk! Gel bakalım küçük öksüz!”
Mutfak bahçesinden çıkan Terenty, uzun bacaklarını kaldırarak köy yoluna saptı, durmadan, etrafına bakmadan, sanki arkasından biri dürtüyor ya da takip edilmekten korkar gibi hızlı hızlı yürüyordu.
Köyün dışına çıktılar ve uzaklarda koyu mavilikler içindeki kontun korusuna çıkan toz, toprak yolu döndüler. Yaklaşık bir buçuk mil kadardı. O sırada güneş buluta girmişti ve az sonra gökyüzünde tek bir mavi kısım bile kalmadı, karanlık basıyordu.
Fyolka Terenty’nin ardından “tanrım, tanrım” diye fısıldıyordu. İlk yağmur damlaları, tozlu yola kocaman ve siyah siyah düştüler, kocaman bir yağmur damlası da Fyolka’nın yanağına düştü ve sanki göz yaşı gibi oradan da çenesine aktı.
Sıska, çıplak ayağıyla tozları tekmeleyen eskici, “yağmur başladı” diye mırıldandı. “ Bu iyi Fyolka, bizim ekmekle doyduğumuz gibi, otlar ve ağaçlar da yağmurla beslenir. Ve gök gürültüsüne gelince, korkma küçük öksüz, niye senin gibi minik birisini öldürsün?”
Yağmur başlar başlamaz, rüzgar dindi. Duyulan tek ses taze çavdarların ve yolun üzerine düşen yağmur taneleriydi.
Terenty “iliklerimize kadar ıslanacağız Fyolka” diye mırıldandı. “ Üzerimizde kuru bir nokta bile kalmayacak, ho, ho yağmur ensemden aşağı akıyor kızım ama korkma, aptalca…otlaklar yine kuruyacak, yeryüzü yine kuruyacak ve biz de yine kuruyacağız. Aynı güneş hepimiz için var.
Tam tepelerinde, 45 metre kadar yüksekte, bir şimşek çakıp ortalığı aydınlattı, gök gürledi, Fyolka’ya gökyüzünde kocaman, yuvarlak bir şey tam başının üzerinde yuvarlanıp, göğü yarıyormuş gibi geldi,
Terenty, haç çıkartarak “Tanrım, tanrım tanrım,” dedi. “Korkma küçük öksüz, kötülüğünden gürlemiyor!”
Terenty’nin ve Fyolka’nın ayakları ıslak çamurla kaplanmıştı, toprak kaygandı ve yürümesi zordu ama Terenty daha daha hızlı yürüyordu, cılız, küçük dilenci kız nefes nefese kalmıştı ve neredeyse duracaktı.
Fakat sonunda kontun korusuna girdiler. Bir rüzgarla sırılsıklam ağaçlardan üzerlerine duş gibi yağmur yağdı, Terenty afalladı ve hızını kesti.
“Danilka nerelerde? Beni ona götür” diye sordu.
Fyolka onu fundalığa götürdü, ve çeyrek mil kadar gittikten sonra Danilka’yı gösterdi. Erkek kardeşi sekiz yaşlarında, kızıl saçlı, soluk benizliydi ve bir ağaca yaslanmıştı, başı bir yana eğilmiş, gökyüzüne bakıyordu, bir eliyle eski kasketini tutuyordu, diğer eli yaşlı bir ıhlamur ağacının içine saklanmıştı. Oğlan fırtınalı göğe bakıyor ve kendi derdini unutmuş görünüyordu. Ayak seslerini işitip, eskiciyi görünce hafifçe gülümsedi ve
“ Korkunç gökgürlüyor Terenty, hayatımda hiç bu kadar çok gökgürlememişti”
“ Ya elin nerede?”
“ Kovuğun içinde, lütfen kolumu dışarı çıkart Terenty…”
Ağaç kovuğun kenarında kırılmış ve Danilka’nın elini kapan gibi kıstırmıştı, elini ileri uzatabiliyor ama kovuktan çıkartamıyordu, Terenty ağacı koparttı ve çocuğun kızarmış, çürümüş elini serbest kaldı.
Oğlan elini ovalarken “ nasıl da gürlüyor çok korkunç” dedi. “Terenty gök neden gürülder?”
Eskici “ Bir bulut diğerine çarpar” diye yanıtladı. Grup korudan çıktı ve yol kenarından yürüyerek karanlık yola saptı. Gök gürültüleri yavaş yavaş azaldı ve köyün ötesinden, uzaktan gelmeye başladı.
Hala elini ovuşturan Danilka “ geçen gün ördekler buraya geldiler Terenty” dedi. Gniliya Zaimishtcha’ daki bataklıklara yuva yapacaklar galiba, Fyolka sana bir bülbül yuvası göstermemi ister misin?”
Kasketini sıkarak suyunu çıkartan Terenty “ dokunma, onları rahatsız edersin” dedi. “ Bülbül günahsız, şakıyan bir kuştur. Sesi tanrı’yı övmesi ve insanların yüreğine su serpmesi için ona verilmiştir. Onu rahatsız etmek günahtır”
“ Ya serçeler?”
“ Serçenin önemi yok, kötü, hain bir kuştur. Yankesiciye benzer, insanların mutlu olmasından hoşlanmaz, İsa çarmıha gerildiğinde Yahudilere çivileri bir serçe getirmiş ve “ Canlı! Canlı!” diye bağırmıştı.
Gökyüzünde mavi berrak bir yer açıldı.
Terenty “Bakın!” dedi. “ Yağmur bir karınca yuvasını ortaya çıkarmış! Yuvalarını sel basmış! Yaramazlar!”
Karınca yuvasına bakmak için eğildiler, sağanak yuvayı yok etmişti, böcekler öfkeyle boğulmuş arkadaşlarını sürükleyerek oradan oraya koşuşuyorlardı,
Terenty sırıtarak “ bu kadar telaşa gerek yok, ölmezsiniz! Güneş ortalığı ısıtır ısıtmaz yine kendinize gelirsiniz…bu size ders olsun, aptallar, bir daha yuvanızı yumuşak toprağa yapmayın”
Yürümeye devam ettiler.
Fyorka, genç bir meşe ağacını göstererek “ah, burada da arılar!” dedi.
Islanmış ve üşümüş arılar hep birlikte ağacın kütüğüne kondular. O kadar çoktular ki, ne yapraklar ne de ağacın kabukları gözüküyordu. Çoğu birbirinin üzerine konmuştu.
Terenty çocukları bilgilendirerek “bu bir arı sürüsü” dedi. “Bir kovan bulmak için uçuyorlar, üzerlerine yağmur yağınca konmuşlar, eğer bir arı uçuyorsa onun konmasını sağlamak için üzerlerine su püskürtmek yeter, şimdi diyelim ki, arıları kovandan çıkartmak istiyorsunuz, ağacın dalını eğip ve çuval tutup, sallarsınız hepsi içine girerler.
Birdenbire küçük Fyolka, kaşlarını çatıp, ensesini kuvvetle ovdu, kardeşi ona baktı kızın ensesinde kocaman bir kabarıklık vardı.
Eskici “ha, ha” diye güldü. Bu neden oldu biliyor musun Fyolka, ormandaki bazı ağaçların üzerinde kuduz sinekleri vardır. Yağmur onları şaşırtmış ve bir damla senin ensene düşmüş, işte kabartıyı o yaptı.
Güneş bulutların arasından çıktı ve ormanı, ağaçları ve üç ahbabı sıcak ışığıyla ısıttı. Koyu, kötü bulut uzaklara gitmiş ve fırtınayı da beraberinde götürmüştü. Hava sıcak ve hoş kokuyordu. Havada böğürtlen, leylak ve tatlı kır çiçekleri kokusu vardı.
Pamuğa benzer bir çiçeği gösteren Terenty “ burnunuz kanayınca bu bitki verilir” dedi.” İyileştirir”
Bir ıslık ve gümbürtü duydular ama bu fırtınanın gürültüsü değildi. Terenty, Danilka ve Fyorka’nın önünden bir yük treni geçiyordu. Lokomotiften siyah dumanlar çıkıyordu ve arkasında yirmi vagonu sürüklüyordu, gücü muazzamdı, çocuklar atların yardımı olmadan cansız bir makinenin nasıl böyle bu kadar ağırlığı götürdüğünü merak ettiler, Terenty bunu açıklama işini üstlendi.
“Çocuklar hepsini buhar yapıyor…hepsini buhar çalıştırıyor, tekerleklerin yanındaki şu şeyi hareket ettiriyor..görüyorsunuz…işe yarıyor”
Rayların üzerinden geçtiler, yoldan aşağıya inip, nehre doğru yürüdüler. Yürürken yanlarında bir şey yoktu ama hep konuşuyorlardı. Danilka sorular soruyor, Terenty cevaplıyordu. Terenty onun tüm sorularını yanıtlıyordu ve tabiatta onu şaşırtan hiçbir sır yoktu. Her şeyi biliyordu, mesela bütün yaban çiçeklerinin, hayvanların ve taşların isimlerini biliyordu, hangi bitkilerin hastalıkları iyileştirdiğini biliyordu, bir atın veya ineğin yaşını söylemekte zorluk çekmiyordu, güneşin batışına, Ay’a veya kuşlara bakıp, ertesi gün havanın nasıl olacağını söyleyebiliyordu. Ve gerçekten de böyle bilgili olan sadece Terenty değildi, Silanty Silitch, hancı, bahçevan, çoban ve genel olarak söylersek tüm köylüler onun kadar biliyorlardı. Bu insanlar kitaplardan değil, ormandan, tarlalardan, nehir kıyısından öğrenmişlerdi, öğretmenleri onlara şarkı söyleyen kuşların kendisiydi ve giderken arkasında bir kızıllık bırakan güneş, ağaçlar ve yabani bitkilerdi.
Danilka Terenty’ye bakıyor ve tutkuyla söylediği her şeyi adeta yutuyordu. Baharda, insan sıcaktan ve yeşil tarlaların monotonluğundan sıkılmadan önce, her şey taze ve mis kokuluyken, kim altın sarısı mayıs böceklerinden, turna kuşlarından, gürüldeyen nehirlerden ve insanın kulağına kadar uzanan mısırları duymak istemez?
İkisi, eskici ve öksüz, tarlalar boyunca durmadan konuşarak yürüdüler ve hiç yorulmadılar. Dünyayı sonsuz derecede merak ediyorlardı, yürüdüler ve yeryüzünün güzelliklerini konuşurken, arkalarından gelen küçük, zayıf dilenci kızın sendelediğini fark etmediler. Nefes nefese kalmıştı ve geri kalıyordu, gözlerinde yaşlar vardı, bu yorulmak bilmez gezinleri susturabilse çok memnun olacaktı ama nereye ve kime gidecekti? Evi yoktu, kimsesi yoktu, sevse de sevmese de yürümeli ve onların konuşmalarını dinlemek zorundaydı.
Öğleye doğru üçü de nehir kenarında oturdular, Danilka heybesinden ıslanmış, püre olmuş bir parça ekmek çıkarttı, ekmeği yediler. Terenty ekmeği yerken dua etti, sonra kumlu toprağa uzanıp, uykuya daldı. O uyurken oğlan merakla nehre bakıyordu. Düşünecek pek çok şeyi vardı. Fırtınayı, arıları, karıncaları ve treni az önce görmüştü, şimdi de gözlerinin önünde balıklar sıçrıyordu. Bazıları beş santim veya daha da büyüktü, diğerleri bir çividen insanın tırnağından büyük değildi. Bir yılan başı suyun üzerinde nehrin karşısına geçiyordu.
Gezginlerimiz ancak akşama doğru köye döndüler. Çocuklar geceyi geçirmek için vaktiyle mısır depolanan terkedilmiş bir ambara girerlerken, Terenty onlardan ayrılıp meyhaneye gitti. Çocuklar birbirlerine sokulup, samanların üzerinde uyuklamaya başladılar.
Oğlan uyumuyordu, karanlığa bakıyor ve sanki gündüz gördüğü her şeyi orada görüyordu, fırtına bulutları, parlak güneş, kuşlar, balık, uzun boylu Terenty, yorgunluk ve açlıkla birlikte bu gördükleri izlenimlerin sayısı onun için fazlaydı, ateş gibi yanıyordu ve oradan oraya dönüyordu, karanlıkta gördüğü ve ruhunu altüst eden tüm bu şeyleri birisine anlatmak istiyordu ama anlatacak kimse yoktu. Fyolka çok küçüktü, anlayamazdı.
Oğlan “yarın Terenty’e anlatırım” diye düşündü.
Çocuklar evsiz dilenciyi düşünerek uyudular ve gece olduğunda Terenty çocukların yanına geldi, onların üzerinde haç çıkardı, başlarının altına ekmek koydu. Kimse onun sevgisini görmedi. Bunu sadece gök yüzünde dolaşırken, terkedilmiş samanlığın duvarındaki deliklerden içerleri gözetleyen Ay gördü.

Yazan: ANTON ÇEHOV
Çeviren: Müjde Dural

1 yorum: